Prof. Dr. Orhan Karmış Hocanın Tüm Tefsir Sohbetleri ( Sesli)

Prof. Dr. Orhan KARMIŞ hocanın tüm tefsir sohbetleri dinlemenize sunulmuştur. Sohbetler sadece seslidir. Tüm arşivi tek seferde indirebilirsiniz. Ya da Google Drive üzerinden online dinleyebilirsiniz. Bize duanızı eksik etmeyiniz.

Prof. Dr. Orhan Karmış ve Enver Ören

TÜM TEFSİR SOHBETLERİ

(Ulaşmak için Tıklayınız.)

Enver Ören Ağabeyin Dini Sohbetleri Ve İlahiler

Enver Ören ağabeyin görüntülü dini sohbet ve nasihatleri MP3 ‘e dönüştürülmüştür. Daha rahat indirip ve her cihazda sorunsuz dinleyebilmeniz için yapılmıştır. Ses kayıtları Google Drive yüklenmiştir. İstenirse bilgisayarınıza, telefonuza vs. indirebilirsiniz. Ya da aynı platform üzerinden online dinleyebilirsiniz.

Not: ( Sohbetler – 1 – bölümü genellikle kısa süreli konuşmalardan oluşuyor. Sohbetler – 2 – bölümündeki konuşmalar ise daha uzun sürelidir.)

Ayrıca 88 adet müziksiz ilahi mevcuttur. Bunlarda Google Drive üzerinden ister indirebilir ya da online dinleyebilirsiniz.

XXX

Enver Ören Ağabeyin Sohbetleri – 1 –

(Tıklayınız)

XXX

Enver Ören Ağabeyin Sohbetleri – 2 –

(Tıklayınız)

 XXX

Müziksiz İlahiler

(Tıklayınız)

Fotoğrafları Görüntülemek İçin Tıklayınız – 5 –

Fotoğrafları Görüntülemek İçin Tıklayınız – 4 –

Fotoğrafları Görüntülemek İçin Tıklayınız – 3 –

Eşim başörtülü diye Türkiye gazetesinin başından alındım

Türkiye Gazetesi Genel Yayın Müdürü: Eşim başörtülü diye Türkiye gazetesinin başından alındım.

Bugün 28 Şubat. Bu tarih post modern bir darbe sürecinin başlamasıdır.

Bazı generallere göre bin yıl sürecek bir süreç. Böyle bir süreçte benimde birebir yaşadıklarım oldu elbette..

1998 sonu itibariyle merhum Enver Ören abim çok cesur bir karar aldılar. Bana Türkiye Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürlüğü görevini verdi. Ayrıca; Haber Koordinasyon Merkezi Başkanlığı kurarak, iki önemli kurumu, TGRT ve İHA’yı da bize bağladılar.

İHA’nın Genel Müdürlüğü’nden geldiğim için orada yapısal anlamda bir sıkıntı yoktu. Güzel bir müesseseleşme yapılmıştı. Başına kim gelirse gelsin başarılı şekilde devam edecek bir yapıya kavuşmuştu.

Ancak; Enver Abi, Türkiye Gazetesi ve TGRT’de çok ciddi kurumsallaşma ve yapısal düzenlemeler arzu etmekteydi. Bu niyetle göreve başladık. Bu düzenlemelerin planlamalarını yaparken, 28 Şubat post modern darbe süreci bütün baskıcı uygulamalarıyla devam ediyordu.

Bu süreci iyi değerlendiren kurum içerisinden bazıları, kısa sürede harekete geçtiler. Çırağan Oteli Kübana Bar’da ve Divan Oteli’nde ve Kurum içi odalarda, işi gücü bırakarak toplantılar yapıp, sürecin hassasiyetine uygun dedikodu ve stratejiler üreterek, Cumhurbaşkanı Demirel’e, Başbakan Yılmaz’a ve Paşalara ispiyonculuk yaptılar. Bazıları biri birilerini sevmedikleri halde bizi bertaraf etme konusunda ittifak ettiler. Makam meftunu gafillerde yardımcı rol aldılar.

Böylece merhum Enver Abimin üzerinde çeşitli yönlerden çok ağır baskılar kurdular. Oysa kurum içinde düzenlenen toplu yemeklerde baş sallayarak o mübarek insanın sohbetini dinlediklerini de biliriz. Gaflette sınır tanımadılar.

Cumhurbaşkanlığı dönemi İHA adına verilen ödülü kendisinden aldığım bir kare

O nazik ve muhterem insan çok üzüldü. Göreve geldikten 5,5 Ay sonra bizi çağırdılar. Fevzi Abi; “Cumhurbaşkanı Demirel’de aradı. “Al o adamı oradan bu zamanda eşinin başı kapalı bir adamın orada olması sıkıntı veriyor” dedi. Bazı yerlerden de telefonlar geliyor, Üzerimde çok ciddi baskı var. Yapmamız gereken o icraatları maalesef yapacak durumda değiliz. Çok kurumdan baskı var. İçeriden de fesat çıkaranlar var. Seni görevden almak zorundayım, başka çarem yok” dedi. Peki, Efendim diyerek, 5,5 ay sonra görevimden ayrılmak zorunda kaldım.

Aynı takım tekrar, paşa ağalarının baskısıyla, yerlerinize marş marş edasıyla oturdular. Bilahare Demirel, Yılmaz ve bazı askerlerle birebir görüştüm… Neden böyle yaptıklarını  sordum. Bunu geçiştirdiler. Sözde bazı “abi” zannedeler içinde yeniden makamlara gelmek için şafak sökmüş oldu. Şimdi başka yerlerde semiriyorlar…

Bu baskı ve gelişmelere Enver abim çok üzüldüler. Yapacak bir şeyi yoktu. Elbette İhlâs kurum olarak hepimizden önemli ve devam etmeliydi. Kendi nefsimiz için asla yük olmamak lazım diye inandım ve 42 yılım böyle devam etti ve ediyor.

“Bir şeyin bütünü ele geçmezse, hepsini elden kaçırmamalıdır” [MEKTUBAT] kaidesine uyuldu.

ANAP İzmir İl Başkanlığı Dönemi

İki yüzlü sahtekârlardan ikisi dışındakiler, 28 Şubat sürecinde darbeci ispiyoncuydular. Yıllar geçti. Ak Parti iktidar oldu. Bu ikiyüzlü dönekler, oldular darbe karşıtı muhafazakâr demokrat. Bu çapsız dönekler yeni konjonktürde darbe karşıtlığını oynuyorlar.

Sevsinler sizin demokratlığınızı.

Devran dönsün görün nerelerde neler diyeceklerini.
Elbette her şeyin bir zamanı var.

“Keser döner sap döner elbet bir gün hesap döner”

Fevzi KAHRAMAN

Eski İHA ve Türkiye Gazetesi Genel Yayın Müdürü

28.02.2016 – (Facebook profilindeki açıklamanın metni)

28.02.2017 – (Anadolu Ajansı haber metni)

Hasret 5’e katlandı

Hasret 5’e katlandı

İş hayatında yenilikçi, ibadetlerinde tavizsizdi. İnsana yatırıma, yerli üretime önem verdi. Anadolu insanına iş, aş, bilinç ve değer kazandırdı.

Vizyon demekti… Anadolu çocuklarını, 70’li-80’li yıllarda, hayal dahi edemeyecekleri başarılara inandırmak demekti.
Bugün çok büyük organizasyonların yapabildiği işleri 30 sene evvel başlatmak, bugünler için tohum atmak demekti.

***
Sağın edebiyatçılarını, şairlerini, yazarlarını etrafında toplamak, millî bir fikir çerçevesi oluşturabilmek demekti.
Ayhan Songar, Ahmet Kabaklı, Seyyid Ahmet Arvasi gibi birçok isimle Türkiye’nin en çok okunan gazetesini, aydınlık yarınlarını kurmak demekti.

***
Haber vermenin çok üstüne çıkıp, bir fikir neşriyatı olan bu gazeteyi; eğitimden uzak tutulmuş, evine kitap bile alamayan, aslını-neslini unutmaya yüz tutmuş, Anadolu’nun hor görülen insanlarına ulaştırmak demekti.
Onlar gazete almaya gidemiyorsa, çok büyük maliyetleri göze alarak, kapılarına kadar götürmek demekti.

***
Bu gazete vasıtasıyla, Anadolu insanına inancımızı, Peygamberimizi, Anadolu evliyalarını, Osmanlı sultanlarını hatırlatmak demekti.
Bir gazeteden beklenmeyen seviyede özgün ve yerli içerikle ansiklopediler neşretmek demekti.

***
O yıllarda, devlet eliyle desteklenen ve yaratılışı reddeden bilim dergilerinin karşısına İnsan ve Kâinat dergisini koymak, gerçekleri seslendirmek demekti.

30 küsur sene evvel, Türkiye Çocuk dergisiyle çocuklara “Sen Osmanlı evladısın. Senin ataların bak neler yaptı” demekti.
Şimdi onlarca örneği varken, 80’lerde tek başına, hem de sağın bakışıyla Tarih ve Medeniyet dergisi çıkarmak demekti.

***
Anadolu’dan yetişen akademisyenlere önem vermek, inançlı akademisyenleri desteklemek, herkesi üniversite okumaya, dil öğrenmeye teşvik etmek demekti.

İstanbul kulübü toplantılarıyla yıllar evvel fikir buluşmaları düzenlemek, entelektüelliği inançsızların elinden kurtarmaya çalışmak demekti.

Diğer inançtan bütün kesimlerle çok iyi ilişkiler kurmak, hor baktıkları muhafazakâr kesimle aynı masaya oturtmak demekti.
***


Girişimci ve ‘yenilikçi’ olmak demekti…
Tebeşirin ‘tozsuz’unu, internetin ‘zararlı içeriğe erişilemeyenini’ sunmak demekti.
Anadolu çocukları ziyan olmasın diye 25 sene evvel ‘mescidi bulunan’ okullar açmak, burada çocuklara değerler eğitimi vermek demekti.
Dinini ve ülkesini seven ahlaklı gençleri ‘iyi yetişmiş yöneticiler’ hâline getirmek, onlara istihdam açmak demekti.
***
Hep en son teknolojiyi kullanmak, teknolojiyi benimsemek, benimsetmek demekti.
Az uyumak, hangi saatte atarsanız atın, hemen mailinize cevap almak demekti.

Çıktığı gün, tüm genel müdürlerine “akıllı telefon kullanacaksınız” demekti.
Türkiye’de kimse adını bilmezken dünya devi markalarla görüşmek, iş kurmak, yatırım getirmek demekti.
100 bin çalışan hedefi koymak, iş-aş verme sevdası için zararı göze almak demekti.

Ranta savaş açmak, faizci enflasyonist düzene rağmen, yatırım peşinde olmak, açılıştan açılışa koşmak demekti.
Asya’dan 30 yıl evvel akupunktur getirmek, mal ticaretiyle Türkiye’yi Çin’le, Kore ile tanıştırmak demekti.

Bir gün yerli otomobil üretme hayaliyle adını kimsenin duymadığı G. Kore markasını araştırıp pazara sokmak, satış rekorları kırmak, dev ve tekel firmaların karşısına çıkmak, onlara rağmen fabrika temeli atmak demekti.


***
Yeri gelmişken…
Enver Ağabey demek, kesinlikle ‘yerli ve millî’ olmak demekti…
Toplumda talep gören yabancı ürünleri, ülkenin ürünü hâline getirmek demekti…

İlk yaygın yerli kola, ilk gerçek yerli TV, yerli temizlik robotu, yerli şofben, yerli su arıtma cihazıyapmak demekti.
Bugün devletin yapmaya çalıştığı, Türk halkının bilincini harekete geçiren yerli filmler ve dizileri kendi imkânlarıyla yapmak demekti.

***
Azerbaycan’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, nerede mağdur bir Müslüman varsa sesini duyurmak, imkân dâhilinde imdadına koşmak demekti.

Dünyada izi silinen Türk eserlerini, İslam âlimlerinin kabirlerini bulmak, imar etmek demekti.
***

Siyasilerle güçlü bağ kurmak ve bunu inançlı Anadolu insanının lehine kullanmak demekti…

Muhafazakârlara yönelik ilk tatil köyünü yapmak, bunu 15 günlük devrelerle satıp düşük bütçeli ailelere tatil imkânı sağlamak demekti…

Banka kredisine bulaşmadan otomobil sahibi olmalarını sağlamak demekti…

Aşağılanan Anadolu insanını, daha 90’ların başında, Avrupa standartlarında, panjurlu, kapalı otoparklı, çift asansörlü sitelerde oturtmak demekti.

‘Köylü’ diye aşağılanan muhafazakârları, 80’lerde hayal ettiği ‘akıllı’ plazada çalıştırıp ‘eziklik’ psikolojisinden kurtarmak, her katına kocaman mescitler, abdesthaneler koymak demekti.


***
Cömertlik, şefkat, merhamet demekti…
‘Almak’ değil, ‘vermek’ demekti…

Elindeki imkân ve şartları zorlayarak, darda olanın yardımına koşmak,

İhtiyaç iş ise iş, aş ise aş, ev ise ev, araba ise araba vermek demekti.

***

Yaptığı işlerde hep en iyiyi hedeflemek, toplum yararına işler yapmak demekti…

Muhafazakârların sesi olmuş, tiraj rekoruna kimsenin ulaşamadığı gazete,
Türkiye’de sağın ilk özel televizyon kanalı,
Daha 90’larda sunulan İngilizce bültenler,
Türkiye’de kimsenin sahip olmadığı, dünya ajanslarıyla rekabet eden, Türkiye’nin sesini dünyaya duyuran İhlas Haber Ajansı,
Başta göz ameliyatları olmak üzere, çok büyük başarılara imza atmış Türkiye Hastanesi,
İlçelere, kasabalara, hatta köylere kadar uzanan pazarlama ağı,
Sanayi, medya, hizmet, gerçek vizyon ürünleri, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan komple bir ticari sistem demekti…
***

Çalışanlarına patron değil; baba, ağabey, hoca demekti.
Öz güven, eğitim, ümit, cesaret, şefkat demekti…
Şirketin her noktasındaki çalışanın kolayca ulaşabildiği, hatta evinde ağırlanabildiği ‘mutlu eden’ patron demekti.
Çalışanlarına işten çok ‘sonsuz ahiret hayatlarını kurtarmaları için’ öğütler veren hoca demekti.
Şikâyetten, insanların birbirini çekiştirmesinden asla hoşlanmamak, dedikodulardan uzak durmak demekti.
“Ticarette insanların önce duasını alacaksınız” demekti.
***
Mekânın cennet olsun
Enver Ağabey.

HAYATININ MERKEZİNDE ÖNCE NAMAZ VARDI

Akrabası Erdoğan Abi anlatmıştı:

Enver Abi ile çocukluğumuz birlikte geçti. Kırklı  yılların Honaz’ı… Kıtlık yokluk var. Bizim gibi muhacirler için hayat daha zor ayrıca… Kardeşlik, paylaşma, yardımlaşma sayesinde kalabiliyorduk ayakta.
Biz Enver Abi ile akrandık, zamanımız birlikte geçerdi. Kaleleri kurar, top koştururduk sabahtan akşama. Ancak Enver Ağabey’i iki takım da almak istemez, çünkü biliriz ezan okununca bırakacak, camiye koşacak.

Nitekim ezan sesi gelir, bakarız uzaklaşıyor gizlice. ‘Sen nereye gidyon?’ diye önüne geçerdik, ‘Ya beş dakka n’olcek, kılıp geleceğim hemen.’

Muhacirler genellikle aynı mahallede otururlar. ‘A be ya’ sesleri çarpar kulağınıza. Mahallenin şirin bir camii vardır, tertemiz, misafir odası gibi bakımlıdır âdeta.

Enver Abi caminin gönüllü hademesi.
Bahçeyi sular, avluyu süpürür, ibrikleri doldurur, takunyaları sıralar. Tek tek silkeleyip havluları dizer askıya. (Muhacir camilerinin şadırvanlarında kenarları oyalı peşkirler olur ve bunlar lavanta ile ıtırlandırılır.)

Zaman zaman hoca efendi kamet okusun diye Enver Abi’ye işaret yapar. Sesi berrak ve pürüzsüzdür, cemaatin de hoşuna gider. Hoca efendinin Enver Abi’ye verilmiş bir sözü vardır, bir gün onu minareye çıkaracak ezan okutacaktır.

Ve sözünde de durur, Enver Ağabey soluk soluğa şerefeye çıkar, aşağıda insanlar ona bakıyorlar. Hoca efendi cebinden kösteklisini çıkarıp, “Tamam başla” manasında bir işaret çakar. İyi de nefesi göğsüne sığmıyordur, titriyordur heyecandan.

– Haydi be Enver oğlum, vakittir.
Sesi çıkmıyor ki, tıkanır kalır. Meğer mesele ilk tekbiri alıncaya kadarmış, ardı sular seller gibi gelir, avluyu çınlatır âdeta.
***
Zaman zaman dayıoğlu ile (Erdoğan Abi) bahçeye gider çardakta yatarlar. Ninesinin koyduğu azıkları yer, gülüşüp konuşurlar. Eğer bir kıpırtı hissederlerse teneke çalar, mantar patlatır, domuzları mahsulden uzak tutmaya çalışırlar.

Yağmurlu bir gün, zemin ıslak… Gün çoktan batmış, karanlık çökmüştür yamaca. Yolu yarılamışlardır ki Enver Abi, “Ben bi namazımı kılayım” der arkadaşına.

– Ya kılarız Enver, daa çok va yatsıya.
– Yok kılem de içim rahatlaya.
– Yerler ıslak, üstün çamur olcek sonna.
– Aha patika kuru, bi’ şeycik olmaz.
– Eee sen bilirsin ben gidiyom çardağa.
– Tamam git, ben de geliyom.

Karanlığın içinden bir adam gelmektedir, çakırkeyif türküler mırıldanmaktadır bağıra bağıra. Sonra durur bir sigara çıkarır, çakmağı çakar ‘Aa o da ne? İyi saatte olsunlar!’

Durmakla kaçmak arasında kararsızdır ki çocuk selam verir, ayağa kalkar.

– Korkma emmi, benim, ben.
– Namaz mı kılıyon sen?
– He ya…
– Burda, tenhada?
– Çardağa geldik de vakit geçmesin dedim; baktım bura kuru olunca…
– Kimin oğlusun sen bakem?
– Nazif’in.
– Nazif mi dedin? Demir yolcu Nazif… Muhacir Nazif? Tabii ya… Eh ona da böyle evlat yakışır. Biz ise bu yaşta… Tövbe estağfirullah. Encamımız hayrolur inşallah…

Adamcağız bu ibretlik görüntü karşısında alkolü bırakacak, hanımı da çok sevinecektir buna.

***
Kuleli’den arkadaşı Hekim Albay Faruk Koca anlatıyor:
Enver Bey derdik biz ona. Çünkü hem çalışkan, hem kibardı, okulun yıldızıydı âdeta. Tanışmak için fırsat kolluyordum. Bir izin günü vapurda karşılaştık. Vaniköy İskelesi’nde indik. Beraber yürüyoruz okula. Derslerden filan açtık, memleketlerimizi anlattık. Kuleli’ye yaklaşmıştık ki Kaptanpaşa Camii’nden ezan okunmaya başladı. Enver Ağabey hafifçe kulağıma eğildi. “Faruk bir şey söyleyeceğim sana”

– Buyur.
– Bugüne kadar hiçbir namazımı aksatmadım, hani hazır ezan okunmuşken diyorum. Seni bırakıp gitsem darılmazsın değil mi bana?
– Rahat ol, ben de kılacağım. Acelemiz yok, vaktimiz var nasıl olsa.
İki arkadaş abdest aldık, namazımızı kıldık. Çıktık, vazifesini yapmış insanların huzuru. Yosun kokusu, martı sesleri, balıkçı takaları… İstanbul sevilmez mi yaa.
O yıllarda Kuleli’nin müştemilatından birinci şube koğuşlarının sonunda hademe odası vardı. Yanında da mescit açtılar. Mektepte Afgan ve Arap talebeler de okuyordu, öyle bir talepleri olmuştu ihtimal.
Sonra büyük bir koğuş mescit hâline getirildi. Şadırvan da sağlandı ayrıca.

***
Çığlık çığlığa ilerleyen bir buharlı, bozkırı biçiyor âdeta… Ardında sıra sıra katarlar.

Şimendifer bir makas başında durup soluklanır. Ortalık ıpıssız, bildiğiniz sahra.
İki kuleli talebesi kondüktöre sorar: “Ne kadar buradayız amca?”
– Karşıdan gelecek motorluyu bekliyoruz, hemen de gelebilir, geç de kalabilir. Belli olmaz.

– Ya biz hemen şurada bi’ namazımızı kılsak…
– Siz bilirsiniz, yalnız motorlu geçer geçmez, kalkarım haberiniz ola. Sonra demedi demeyin bana!
Nasıl olsa rötar vardır denilen trenin vaktinde geleceği tutar. Üstelik büyük bir hızla geçer, kaybolur karanlıkta. Gençlerden biri imam olmuş, tane tane okumaktadır. Nasıl ama, tadını çıkara çıkara. Keskin bir kondüktör düdüğü, nefes boşaltan ihtiyar lokomotif, bacada pat patlanan dumanlar, ufak ufak salınan istim, yükselen buhar, gerilen pistonlar.
Tren kıpırdamış olmalıdır, hemzemin geçitte çın çın kampana. Gençler ağır ağır tadil-i erkânla kılmaktadırlar hâlâ. Tekerlekler ayan beyan döner onlar daha tehiyatta. Birkaç yolcu panik yapar “Kondüktör bey çocuklar kaldı!”

– Ben söylemiştim onlara!
– Tren hızlanmaya başlamıştır ki; koşar, son vagonu yakalarlar.
Bir yaşlı çıkışır, “Ya kaçırsaydınız?”
– Kaçarsa kaçar, ölüm yok ya ucunda.
– Oğlum gece vakti ne yaparsınız şu kör karanlıkta…
– Rahat ol be amcam, Allah büyüktür meraklanma.

***
Bir gün arkadaşı Faruk Koca “Pazar günü öğleden sonraları Beylerbeyi Camii’ne bir vaiz geliyor” der, “müthiş bir hatip, dinle beğeneceksin mutlaka!

– İyi gideyim o zaman.
O gün camiye gider. Yaşlının birine sorar.
– Filan hoca vaaz verecek mi acaba?
– Her hafta gelir ama bugün mevlidimiz olunca…
– Olsun… der oturup mevlit dinleyeyim o zaman.
Hafızlar yanık bir seda ile okurlar. Büker boynunu, oturur bir kuytuya. O sıra yeni kaybettiği babasını hatırlar, “Ya Rabbi babamı da mağfiret eyle, taksiratını bağışla.”

Gözünden yaşlar akar, hatta hıçkırır bir ara.
Orta yaşlı bir kadın şefkatle bakmaktadır ona. 14-15 yaşında bir çocuk, tam neşe dolacağı çağlarda. Bir sıkıntısı mı vardır acaba?
Cemaat dağılırken kapıda karşılaşırlar, o hanım yaka numarasını alıverir o arada; 1034… Bunu unutmayacaktır, İmam-ı Rabbani hazretlerinin dârü’l-bekaya yürüdüğü yıldır zira.
Beyi Kuleli’de kimya muallimidir, bir konuştursun bakalım, eğer çözülebilecek bir derdi varsa.

İşte o günden sonra Hocası Hüseyin Hilmi Işık, Denizlili yetim Enver’e babalık yapar.

Muhabbetleri katlanarak artacak, yıllar sonra kızını verecektir hatta.


***
1960, İstanbul.
Darbeler ihtilaller…
Enver Ağabey sivile geçmiş, Fen Fakültesinde okumaktadır.
Bankalar Caddesi’nde bir eczanede çalışıp harçlığını çıkarmaktadır ayrıca.

Zaten sevimli ve yakışıklı bir gençtir, çabucak müşteri tutar. Ortalığı siler süpürür, camları parlatır, kolileri indirir, rafları yerleştirir. Herkesle dost olur. “Kepek için kükürtlü sabun denedin mi” filan derken ciroyu da kabartır ayrıca. Şunu tart, bunu ez derken iyi de bir kalfa olur zamanla. Geceleri üst katta kalmaktadır, tavan arasında. Bedava bekçilik de yapmaktadır mekâna. Ah bir de vakit olsa, şöyle gömülse kitaplarına.

Yorucu geçen bir günün ardından (ki yemek molası bile verememiştir), yukarı çıkmış seccadesini sermiştir ki patronu görür.

– Ne o?
– Hiiç, namazımı kılacağım da.
– Bir daha burada namaz kılmak yok tamam mı?
– İşimi aksatmıyorum ki ama?
– Ben anlamam. Ya namaz ya iş!
Enver Abi bir saniye tereddüt etmez:
– Namaz!
Gider eşyalarını toplamaya başlar.
***
Enver Ağabey Kuleli yıllarından beri kendine babalık yapan Kimya Hocasını bulur.

“Allah var gam yok” der rahatlatan bir üslupla, “Yarın seninle Eminönü’nde buluşalım, birkaç adres dolaşalım. Elbet bir kapı açar Mevla.”

Kendileri de eczacıdır zira.
Enver Abi’yi alır Şark Ecza deposuna götürür. Kemaleddin Atabay ve Derman Bey eski arkadaşlarıdır, hasretle kucaklaşırlar.
“Hoş geldin Hilmi Abi, özletiyorsun ya!”

– Bakın benim bir talebem var, evladım gibidir, iş bakıyoruz ona.
– Hayret, biz de bugün eleman almak için gazetelere ilan vermiştik iyi mi? Eczacılıktan anlar mı biraz?

– Zaten eczanede çalışıyordu, siz bir imtihan yapın yine de. İşinize geliyorsa.

Bir kâğıda üç beş ilaç yazar (tabii ki doktor yazısıyla) al gel derler bunları raftan. Enver Ağabey hiç zorlanmadan ilaçları toplar tık tık tık koyar masaya.

– Ooo süper, yarın gel başla. Bu arada işini açıklayayım. Hafta içi her gün sabah sekizde burada oluyorsun. Dokuza doğru eczaneleri gezip rafları kontrol edeceksin. Eksikleri bildirecek, faturalarını keseceksin. Kolay iş, zorlanacağını sanmam. Öğleden sonra serbestsin, gezer misin dersine mi çalışırsın, paşa keyfin ne istiyorsa. Sigortanı da yapıyoruz. Başlangıç için 250 lira veriyorum, bilahare artırırız.
Vakit mi arıyordun, al sana vakit. Para desen iki misli, sigorta da caba!

(O sigorta vesilesiyle 38 yaşında emekli olacaktır daha sonra.)
**
Yıl 1962.
Enver Ağabey Fen Fakültesini bitirir. Askerliğini yedek subay olarak Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesinde yapar.
O gün araştırma gemisi demir alacak, açılacaktır Marmara’ya. Enver Ağabey erkenden gelir, kamarasına yerleşir. Namaz vaktine daha var. Şöyle ranzasına uzanır, gözleri dalar. Aklında bir soru, seferilik başladı mı acaba?

Rüyasında Hilmi Bey’in evindedirler. Fatih Müstakimzade Sokak’ta.

– Efendim biz seferi oluyor muyuz, olmuyor muyuz?
– Getirin efendim şuradan Kuduri şerhini bakalım.
Açarlar 81. sayfayı… Dipnotta yazmaktadır açıkça.
Aylar sonra dönüşlerinde ziyarete gelir, aynı şeyi sorar.
– Getirin efendim şuradan Kuduri şerhini bakalım. Açarlar 81. sayfanın dipnotların arasında.
– Efendim inanın ben bunu rüyamda…
– Buna ihlas derler kardeşim, namazını dert edenler yaşayabilir anca.
***
Amirleri Enver Abi’den çok memnun kalırlar, ver işi unut, yapacaktır nasıl olsa. Temiz, tertipli disiplinli çakı bir subay. Teskere vakti gelince bırakmaz, “Sen Bahriye’de kal” derler ısrarla.
İş yeri Çubuklu’dadır, hemen evinin yakınında. Servis de vardır ayrıca. Maaş desen 1.600 lira. Hiç de fena sayılmaz o yıllarda.
Fen Fakültesi ise asistan olarak beklemektedir. Masası hazırdır kenarda. Yolu uzak, maaşı düşüktür. Sadece 450 lira.

Yine hocasıyla istişare eder:

– Efendim Seyir Hidrografi Dairesinden iş teklifinde bulundular. Yerleri yakın, ücret tatminkâr. Fen Fakültesinden de bekliyorlar ayrıca.
Hilmi Bey tek şey sorar.
– Namazını hangisinde rahat kılabilirsin?
– Fakültede…
– O zaman oraya!
1.600 lirayı iter, yarısının yarısına fakültede başlar. Ama bakın Allah’ın işine ki, bir süre sonra kazancı 2.000’i de aşar. Üstelik onu doktora için NATO bursu ile İtalya’ya yollarlar.
***
Yıl 1966, Napoli…

Enver Abi biyolojiyi çok sever, sabahlara kadar laboratuvardan çıkmaz. Bir gün arkadaşları: “Yeter artık” derler, “İncelemedik tek hücreli bırakmadın deryada. Kalk biraz gezelim de gözün gönlün açılsın”

Alır götürürler bir balık lokantasına.
Enver Abi huzursuzdur. İki de bir saatine bakar. Ah akşam namazını bir kılabilse, yatsı kolay.
– N’en var kardeşim, hava karardı sen de karardın. Söyle yardımcı olalım, bir derdin varsa?
– Yok bi’ şey.
Bir ara kalkar, garsona sorar:
– Tuvalet nerede?
Girer, oo geniş mekân, kapıyı kilitler. Hızla abdestini alır, yere naylon yayar, namazını kılar.
Bir gelir ki neşe içinde… Arkadaşlarını kahkahalara boğar. Biri işaret diliyle sorar, “Ne oldu buna yaa?”
Öbürü ellerini kulaklarına götürür…
– Haa o mesele, anladım tamam.

SABAH ERKEN KALKIYORMUŞSUN, MECBUR MUSUN?

Napoli’deki enstitü dünya çapındadır. Her ülkeden doktora yapanlar. Türkleri toplar, bir odaya koyarlar. Balkonlu, manzaralı rahat bir mekân… Enver Abi sabahları erkenden kalkar, parmaklarının ucuna basa basa yürür lavaboya. Mümkün mertebe sessiz olmaya çalışarak abdestini alır. Ne kadar dikkat etse de musluk şırıldar. Oda arkadaşları görünüşte ses çıkarmazlar.

***
O gün mikroskop başında çalışırken hademe belirir, gelmesini işaret eder. Enstitü direktörünün kapısını çalarlar.
– Beni istemişsiniz efendim.
– Hoş geldin, otur lütfen… Bak uzatmadan gireceğim mevzuya. Sizden şikâyet var.
– Ne gibi?
Elindeki kâğıttan okur:
– Mr. Ören sabah çok erken kalkıyormuşsun. Musluk, su sesi… Özetlersek arkadaşların rahatsız oluyorlar. (Biraz durur) Sence ne yapmam lazım, söyle bana.
– Namazımı terk edemem. Yurt, pansiyon bir yer bakacağım artık.
– Bak, benzer bir şikâyet daha var. Bir Yahudi öğrenci de aynı vakitlerde kalkıp Tevrat okuyormuş. Hani diyorum… İkinizi aynı odaya…
– Bence mahzuru yok, namazımı rahat kılayım da.
***

Dündar Batık anlatmıştı:

Babam Boğaz’da bir caminin imamıydı, evimiz de aynı sokakta. Yatsı namazına ya beş, ya on dakika var. Nasıl soğuk bir hava, kar bora fırtına… Birden bir araba girdi sokağa. Enver Abi’yle şoförü liseli gençler gibi koşturdular musluklara. Kollarını indiremeden, pabuçlarını giyemeden camiye girdiler, saf tuttular.
Meğer Tarabya Oteli’nde bir toplantıları varmış, devlet adamları filan. Ancak fırsat bulmuşlar namaza.
Babam rahmetli “Patronunun kıymetini bil” dedi, “Ha bu adam, adamdır da!”
***
Enver Ağabey, namaz uğruna çektiği sıkıntılardan olsa gerek, ilk önce namaz yerini ayarlardı, İhlas şirketlerinin taşındığı her mekânda. Cağaloğlu’nda bir kat yekpare mescitti, bina dar ve sıkışıktı oysa.
Kılan kılar, kılmayan kılmaz. Ama mescit vardır mutlaka… Dost sohbetlerinde Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sözünü aktarırdı üstüne basa basa: “Namaz namaz aman namaz. Nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz!”

DENİZLİ’DEN İSTANBUL’A UZANAN KUTLU YOL…

Enver Ören Ağabey, 10 Şubat 1939’da Denizli-Honaz’da doğdu. Çevrede çok sevilen ve sayılan Nazif Efendi ve Melike Hanım’ın oğludur. Dört yaşındayken ailesi Denizli’ye yerleşti. İlk ve ortaokulu burada bitirdi. Ortaokuldan mezun olduğu 1953 senesinde babasını kaybetti…

Enver Ören, ortaokuldan sonra, ailesinin maddi yükünü biraz olsun hafifletebilmek için İstanbul’daki Kuleli Askerî Lisesine girdi. Ağırbaşlılığı, nezâketi, arkadaşları arasında iyi geçimiyle tanınarak hocaları tarafından çok sevilip takdir edildi. Her zaman, bu okulda tanıdığı kimya hocasının, annesinin ve babasının nasihatlerini düşünür ve iyi insan olmak idealiyle yanardı. Kuleli Askerî Lisesini 1956 yılında bitirdikten sonra sivil hayata geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesine girerek 1961 yılında Zooloji-Botanik Bölümünden mezun oldu ve askere gitti. Dönüşünde İstanbul Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Yetişmesinde büyük emeği geçmiş olan Kuleli Askerî Lisesindeki kimya hocası ve zamanımızın büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendinin kerimeleri Dilvin Hanımefendi ile 12 Eylül 1968’de evlendi.
Enver Ören, sevdikleri ile istişare ettikten sonra, 1970 yılında üniversiteden ayrıldı. Yıkıcılığa, bölücülüğe, komünizme, millet ve tarih düşmanlarına karşı yayın yoluyla hizmet vermek kararı ile gazeteciliğe başladı. Önce Hakikat sonra Türkiye ismiyle çıkarttığı gazetenin, başlattığı neşriyatını uzun yıllar sıkıntılar içinde devâm ettirdi. Kısa zamanda kurduğu şirketleri büyüterek sonunda İhlas Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Memlekete uzun yıllar hizmet ettikten sonra, 22 Şubat 2013’te vefat etti…

Nur içinde yatsın. Cenabıhak derecesini ali eylesin…

ENVER AĞABEY’DEN ALTIN NASİHATLER

>>  Müslüman demek, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste imanı tehlikededir.
>>  Kim Allah içinse, Allah da onun içindir!..
>>  Büyükler, kalplerin casusudur…
>>  Dünya servet ve şöhrettir. Servet ve şöhret de kimseye kalmaz. / “Küllü şey’in fan.” (Her şey fânîdir.)
>>  Haram yiyen adamdan ne kerâmet beklenir!..
>>  Parayı sevmiyorum, parayı seveni de sevmiyorum.
>>  Yaptığınız bir işten dolayı gönlünüz rahat değilse, o iş birilerine sıkıntı verir.
>>  Güneşin doğması, batışının habercisi /  Doğmak ise ölümün habercisidir.
>>  Büyüklerimizin yolu okumak ve okutmaktır.
>>  Hizmet etmek için üç şart vardır; güler yüzlü-tatlı dilli olmak, cömertlik, tam ihlaslı olmak.
>>  Bir dava, eğer millet sahip çıkarsa yürür ve büyür.
>>  Aciz insan kibirli olur. Maiyetine kibirli davranan zayıf insandır, boş insandır.

>>  En bahtsız insan, yanlışa doğru diye sarılan insandır. Ondan daha bahtsızı ise doğruya, yanlış diye saldıran insandır.
>>  Hayırda israf yoktur. İsrafta hayır yoktur.
>>  Cömertlik, varken vermek değil, yokken vermektir.
>>  Edepten mahrum bırakılan kimse, bütün hayırlardan mahrum bırakılmış olur.
>>  Gayesi belli olan huzurludur. Belli olmayan huzursuzdur.
>>  İyilerin arasında bulunmak en iyi iştir. Kötülerin arasında bulunmak en kötü iştir.
>>  Nerede bir ihtilaf, sıkıntı varsa, İslam’a uymamaktandır.
>>  Gıybet kanser gibidir…

Türkiye Gazetesi 22.02.2018 Perşembe

Enver Ağabey’in firak ateşi 4 yıldır yüreğimizde…

Enver Ağabey’in firak ateşi 4 yıldır yüreğimizde…

Dile kolay tam dört yıl oldu Enver Ören Ağabey’in acı haberiyle yüreğimiz burkulalı, dört hüzün dolu sene… Geçen zamanda kötü hadiselere de sevinçli anlara da şahit olduk ama en derinde onun firak ateşini hissettik hep…

En az buz kesmiş bedenimiz kadar soğuk, burkulmuş yüreklerimiz kadar puslu bir günde kaybettik Enver Ören Ağabey’i… Dile kolay tam dört yıl oldu Enver Ağabey’den ayrı düşeli, dört hüzün dolu sene… Kötü hadiselere de şahit olduk, sevinçli anlar da yaşadık bu dört yılda ama en derinde onun firak ateşini hissettik hep… İnsanlar güzel ahlak nedir okumuşlardı lakin O, bunun yeryüzündeki müşahhas hâliydi. Cemiyetin beyefendisi idi ama Ehl-i sünnetin de hamisiydi aynı zamanda… Merhametli bir patrondu; temizlik işçisinden genel müdürüne kadar… Acıması deryalar kadar genişti, öyle ki derdini bırakır kendisine kötülük edenlerin akıbetine üzülürdü… Cömertlikte de âdeta bir abideydi, muhtaçlara sarf ettiklerinin hesabı yoktu… Her tanıştığı kişinin yüreğine dokunan, iyi ve kötü ayırt etmeksizin sevgi saçan bir “Ağabey’di” O…

2a

TAHTA BAVULLA YOLA ÇIKTI

Batı Anadolu’nun küçük bir ilçesi olan Honaz’da hayata gözlerini açtı Enver Ağabey… Cömertliğiyle tanınan demir yolu çalışanı Nazif Efendi ile tam bir Osmanlı kadını olan Melike Hanım’ın oğluydu. Güzel ahlakının ve maneviyatının temelleri onlar tarafından atıldı. 15 yaşında babasını kaybetti. Fakat Nazif Efendi’nin kendisine bir vasiyeti vardı: Yüksek tahsil yapacak ve asla namazlarını bırakmayacaktı… Enver Bey, okumak istiyordu ancak zor durumdaki validesinin bunu karşılamaya gücü yoktu. Ücretsiz tahsil görebileceği bir mektep bulmalıydı. Bu yüzden İstanbul’a, Kuleli Askerî Lisesine doğru yola koyuldu… Ailesine veda ederek, Pamukkale Ekspresi’nin harap vagonlarından birinde, elinde tahta bavulu, kafasında hayalleriyle İstanbul’a ulaştı. Fakat bu koca şehirde karşılaşacakları, hayallerinin çok ötesindeydi…

3a

HER ŞEYİNİ O’NA BORÇLUYDU

Kuleli’de, “her şeyini borçlu olacağı” ve 47 sene yanından ayrılmayacağı hocasıyla tanıştı. İsmi Hüseyin Hilmi Işık Efendi olan kimya hocasından, maddenin bilinen hâllerinin yanında “bilinmeyenlerini” de öğrendi. İyi bir Müslüman ve iyi insan nasıl olunur O’ndan dinledi. Hilmi Efendi’nin kızıyla evlenerek de, hocasına damat oldu. Enver Ağabey, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin talebeleriyle de tanıştı. Abdülhakîm Efendi’nin oğlu Müftü Mekki Efendi’den ders aldı. Mekki Efendi, kendisine “Zeynü’l-Mecalis” (Meclislerin Ziyneti) adını taktı. Enver Ağabey, askerî liseden sonra Fen Fakültesini bitirdi. Bahriye’de yedek subaylık yapıp 1966’da Napoli’ye gitti. İki sene sonra memlekete dönerek, akademisyen oldu. Doktorasının bitimine iki ay kala, Hocasının arzusu üzerine asistanlığı bırakıp gazeteciliğe başladı. 1970 yılında bütün hizmetlerinin çekirdeği mahiyetinde olan Hakikat (sonraki adıyla Türkiye) gazetesini kurdu. Bu küçük gazete, o zamana kadar hep sükût etmek zorunda kalmış bir kesimin sesi oldu. Türkiye gazetesi, basındaki prestijini giderek yükselterek, tiraj rekorları kırdı. İnsanlara hizmeti hayatına şiar edinen Enver Ağabey, yeni müesseseler de kurarak eğitimden finansa, inşaattan sağlığa kadar birçok sahada faaliyet gösterdi.

4a

GÜLEN YÜZÜ HİÇ SOLMADI…

Anadolu’nun temiz evlatlarıyla birlikte, devletine karşı gelmeden fakat prensiplerinden de taviz vermeden, büyük hizmetler ifa etti. Gülen yüzünü asla soldurmadı; gündüz güldü, geceleri gözyaşı döktü… Dünyanın gidişatından haberi olmayanlar onun faaliyetlerini anlamayıp tenkit etse de, sevenleri daima çok oldu. Hüseyin Hilmi Efendi’nin çeşitli dillerde neşrettiği kitapların dünyaya yayılmasına çalışan Enver Ağabey, çok sıkıntılar çekti, sağlığını kaybetti ama gayelerinden asla vazgeçmedi. Kendisine iki defa böbrek nakli yapılan Enver Ağabey’i gördüğü tedaviler çok yordu. Enver Ağabey, 22 Şubat 2013 tarihinde saatler 21.30’u gösterirken hayata gözlerini kapadı. Vefatı sevenlerini ve bütün Türkiye’yi gözyaşlarına boğdu… Kayınpederi Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin Eyüp sırtlarındaki kabri yanına defnedildi. Yerine, oğlu Ahmet Mücahid Ören’i yadigâr bıraktı…

5a

AHMET MÜCAHİD ÖREN, ENVER AĞABEY’İ ANLATTI: “KİMSE YANMASIN”

Enver Ören Ağabey, vefatının 4. yıl dönümünde sevenleri tarafından, çok hususi bir programla yâd edildi. İstanbul’daki Bahçelievler İhlas Koleji Konferans Salonu’nda Enver Ağabey’i anma faaliyeti tertiplendi. Hayati İnanç’ın sunumuyla gerçekleştirilen ‘’Bir Enver Ağabey Vardı’’ isimli programa İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören’in yanı sıra çok sayıda seveni katıldı. Programda, Enver Ağabey’in çocukluk yıllarından Kuleli Askerî Lisesine girişine, meslek hayatına başlayıp holding kurmasına kadar bütün hayatı aktarıldı. Siyasiler, sanatçılar, gazeteciler, yapımcılar ve sevenlerinin dilinden Enver Ağabey’in anlatıldığı videolar gösterildi.

Programda konuşan Ahmet Mücahid Ören, merhum babası Enver Ağabey hakkında bir hatırasını paylaştı. Büyüdüğü evde Enver Ağabey’in her sabah kalkarak soba yaktığını söyleyen Ören “Babam soba yanmış mı diye bakarken kendi kendine bir şeyler mırıldanırdı. Dinlediğimde ‘Ya Rabbi ateşte yakma, Ya Rabbi kimseyi yakma!’ dediğini duyardım” ifadelerini kullandı.

6a

HAKKI ÖDENEMEZ…

Ören, ardından şu menkıbeyi anlattı: Bir gün Hazreti Cebrail, Resûlullah’a (aleyhisselâm) gelerek “Ya Resûlallah, Ebû Bekir bir dua yaptı. Kıyamet günü imanlar tartılıp, onun imanı kefenin bir tarafına, diğerlerinin imanı kefenin diğer tarafına konulsa Ebû Bekir’in imanı daha ağır gelir.” dedi. Efendimiz de, sabah Hazreti Ebû Bekir’e nasıl bir dua ettiğini sordular. Hazreti Ebû Bekir şöyle cevap verdi: Ya Resûlallah, akşam Kur’ân-ı kerim okuyordum. ‘Cenab-ı Hak cenneti de cehennemi de dolduracağım’ buyuruyor. Bunu okuyunca dondum kaldım ve dedim ki: Ya Rabbi kıyamet günü benim vücudumu o kadar büyük yap ki, ben tek başıma cehennemi doldurayım. Senin bu emrin yerine gelsin, başka kimse yanmasın…

“Bu haslet ve iman nadir insanlarda olur” diyen Ahmet Mücahid Ören şöyle devam etti: Enver Ağabey böyle bir insandı. Hayatı boyunca “Aman ben üzüleyim, o üzülmesin, sonunda kimse yanmasın!” maksadı için yaşadı. Bize öyle bir miras bıraktı ki, senede bir yâd edilerek hakkı ödenemez. Her gün onun bıraktığı bu yolda ilerlemek, çok çalışmak, bıraktığı işlere, arkadaşlara ve kıymetli nasihatlerine dört elle sarılmak gerek.

7a

İNANAMADILAR… “BU GAZETENİN ARKASINDA KİM VAR?”

Enver Ağabey şöyle anlatmıştı: Türkiye gazetesi bir ara Mehmet Ali Türksever’in Güneş matbaasında basıldı. Bana “Bu gazetenin arkasında kim var?” diye sordu. Kulağına eğildim. “Allah var.” dedim. İnanmadı; teminat mektubu istedi; bulup verdik. Seneler sonra birkaç gazete patronu ile toplantı hâlinde iken geldi. Gözleri artık görmüyordu. Bastonunu yere vurarak “Arkamda şunlar var diyen battı… Arkamda örtülü ödenek var diyen (Yeni Ekspres) battı… Arkamda Allah var diyen batmadı, batmaz” dedi.

8a

SON NASİHATI… “ÂLİMLERİ SEVEN ÖLÜM ACISI ÇEKMEZ”

Enver Ağabey, son sohbetinde şöyle buyurmuşlardı: İnsanlar ne dereceye çıkarsa çıksın, ne makam elde ederse etsin, ne keramet gösterirse göstersin, namaz şarttır. Bir vakit namazı kaçırırsa hepsi sıfır olur. Sil, yeni baştan başlamak icap eder. Bir binanın iskeleti olmazsa içi ne kadar süslü olsa o ev noksandır. Binanın iskeleti insanın ibadetleridir. Onu tam yapmazsa o bina işe yaramaz, kullanılamaz hâle gelir. Ehl-i sünnet âlimlerini tanıyıp seven ölüm acısı çekmez, kabir azabı çekmez, mahşer azabı çekmez. Hepinizi Allahü teâlâya emanet ediyorum. Aaah, bir zamanlar maziye bak, ne kadar gençtik…

9a

KÜLTÜR HİZMETİ… DEĞERLERİMİZİ İNSANLARA TANITTI

Enver Ağabey, yayılmasına vesile olduğu Hakikat Kitabevi’nin kitaplarının yanı sıra sayısız kültür hizmetine imza attı. Aziz Mahmud Hüdayi, Mehmed Emin Tokadi, Hacı Bayram-ı Veli gibi zatların hayatlarını kitaplara ve beyazperdeye aktartarak, Anadolu’nun değerlerini insanlara tanıttı. Aynı zamanda hazırlattığı çeşitli ansiklopedilerle, millî ve manevi kültürümüzün canlanmasında mühim bir rol üstlendi. Bütün bu hizmetleri, demokrasinin çok da parlak olmadığı yıllarda, büyük bir incelikle ifa etti.

10a

YERİ BAŞKAYDI… “MİLLETE HİZMET İÇİN VARIZ”

Enver Ağabey’in gönlünde, kitapların ve Türkiye gazetesinin yeri bambaşkaydı… Kendisi âdeta, bütün ticari faaliyetlerini, bunların devamı için inşa etmişti. Türkiye gazetesi, belki de bu yüzden Türk basınında sahibi değişmeyen tek gazete oldu. Enver Ağabey, şöyle demişti: Bu gazeteyi milletimize ve devletimize hizmet niyetiyle çıkardık. Onu her zaman milletimizin bir emaneti olarak gördük. Hiçbir zaman kendi menfaatlerimiz için kullanmadık.

11a

Türkiye Gazetesi (22.02.2017)

İHLAS FİNANS’IN FETHULLAHÇILARI

Bir dönem Fethullah Gülen’in ikinci adamı olan Latif Erdoğan geçenlerde tarihi bir itirafta bulundu;

– İhlas Finans’ı FETÖ batırdı.
Dışarıdan bakanlar için bu bilgi çok şaşırtıcı olabilir ama İhlas’ın içindekiler için bu itiraf ‘Malumun ilanı’ oldu.
Yazılarımı takip edenler bilirler.
2013 yılının başında İhlas Finans’ın nasıl batırıldığını belgeleriyle tüm çıplaklığıyla anlattım.
O yazımda İhlas Finans’ın batmasında Fethullahçıların rolünü ilk kez açık ve net şekilde ortaya koydum.
Yazıyı yazdığım tarihteki şartlar bugünkü gibi de değildi.

Latif Erdoğan

O tarihte AK Parti ile FETÖ yasak aşk yaşıyordu.
FETÖ AK Parti’yi aldatıyor ama kara sevdaya tutulan AK Parti bunları görmüyordu.
Bu aşk AK Parti’nin gözünü kör etmişti.
İşte o günlerde ortaya çıkıp, “Kral çıplak” dedim.
Demekle kalmadım, İhlas Finans’ın batırılmasından AK Parti’nin yasak aşkını sorumlu gösterdim.
Kudurmuş gibi saldırdılar.
Telefon bombardımanına tutuldum.
Mail kutum dolup taştı.
Eeee… Sonunda ne oldu?
Dediğime geldiler.

Ben o yazımda İhlas Finans’a Fethullahçıların harici etkisini kaleme almıştım.
O tarihlerde Fethullahçılar devlete yeni yeni sızıyorlardı.
Küçük sızmalar ANAP ve DYP üzerinden, büyük sızma DSP üzerinden yapıldı.
Fethullahçılar devlete ilk büyük sızma operasyonunu Ecevit eliyle yaptı.
Bu konuyu ayrıca uzun uzun yazacağım İnşallah.
Cemaat; bir yandan Ecevit ile iş pişirirken diğer yandan Mesut Yılmaz’ı , “Cemaatimizin oyları sana” şekeriyle uyutuyorlardı.

Herkes FETÖ’nun AK Parti iktidarı döneminde devleti ele geçirdiğini sanıyor ama çok yanılıyor.
FETÖ; Ecevit ve Mesut Yılmaz dönemlerinde devletin en hassas birimlerine zaten sızmıştı.
O tarihte bu işleri sinsi sinsi yaptıkları için dikkat çekmediler.
AK Parti iktidarında hainliklerini aleniyete vurdukları için göze battılar.
Neyse bu ayrı bir konu.

Dönelim İhlas Finans meselesine..
Latif Erdoğan’ın sözündeki bir ifade çok ama çok önemli.
Erdoğan, “İhlas Finans’ı içeriye sızan Fethullahçılar batırdı” dedi.
İşte bu çok önemli.
Bu adamlar şeytan gibi.
Sızmadık yer bırakmamışlar.

Devlete sızmışlar.
Orduya sızmışlar.
Partilere sızmışlar.
Yargıya sızmışlar.
Emniyete sızmışlar.
MİT’e sızmışlar.
Medyaya sızmışlar.
Din ve diyanete sızmışlar.
İş alemine sızmışlar.
Spor dünyasına sızmışlar.
Eğitime sızmışlar.
Milletin yatak odasına bile sızmışlar.
Bırakın yatak odasını, yorganın altına kadar sızmışlar.
Ne bulaşık bir cemaat bunlar yav.
Sızma zeytinyağı gibi.
Nereye döksen üste çıkıyor.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Fethullahçılar maalesef İhlas’a da sızmış.
Hatta İhlas Finans’ın yönetimine bile sızmış durumdaydı.

Fethullah Gülen de Enver Abi’ye karşı bir hayranlık ve hayranlık nedeniyle de korkunç bir kıskançlık vardı.
Gülen; Enver Abi ne yapsa onun yaptığını taklit ediyordu.

İhlas hangi alana girse, o da o alana giriyordu.
Zaman Gazetesi, Türkiye Gazetesi’ni taklit etmek için kuruldu.
Tıpkı Samanyolu TV’nin TGRT takliti olması gibi.
Fethullah Gülen Asya Finans’ı da İhlas Finans’a taklit olarak kurup, piyasaya sürdü.

İhlâs’ın her şeyini taklit eden Fethullahçılar, iki şeyini taklit edemedi.
Birincisi Enver Abi’nin ilmini, ikincisi ise İhlas’ın ehl-i sünnet vel cemaat yolunu.
İhlas’ın helalinden ve hakkıyla sahip olduğu başarıları yakalayamayan FETÖ, her zaman yaptığı şeye yani hainliğe döndü.

Rekabeti bırakıp İhlas’ı türlü şeytanlıklarla yıkma çabasına girdiler.
Hainlikleri için İhlas’ı yollarına düşmüş kaya gördüler.
Onlara göre İhlas Holding’i yıkmanın yolu, para kaynağını kesmekten geçiyordu.
Bunun için de gözlerini İhlas Finans’a diktiler.
1996 yılında başlattıkları operasyonu, 2011 yılında tamamladılar.
Plana göre hem dışarıdan çalışacaklardı hem de içeriden.
Ben o yazımda dışarıdan yapılanları uzun uzun anlattım.

Latif Erdoğan’da içeriden yapılan hainliği itiraf etti.
İçeriden çalışma şu; İhlas’a ve İhlas Finans’a adam yerleştirip atılan her adımdan haberdar olmak.
Bunun için önce bazı yurtlara sızmaya çalıştılar.

Bu uzun vadeli bir çalışmaydı.
Oysa İhlas Finans için kısa vadeli ama ölümcül bir darbe gerekiyordu.
Bunun da formülünü buldular.
İktidarı kullanarak adamlarını İhlas Finans’ın yönetimine getirtmek.
Bu iş için Mehmet Savaş’ı uygun buldular.
Kim bu Mehmet Savaş?
1955 yılında Diyarbakır’da doğan Mehmet Savaş, İhlas Finans’ın faaliyetlerinin durdurulduğu tarihte şirketin genel müdürüydü.

Mehmet Savaş’ı İhlas Finans’ın başına getirten isim; o tarihte 53. Türkiye Hükûmeti Başbakan’ı olan Mesut Yılmaz’dı.

Savaş, 1994 yılının başında Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı oldu. Burada sekiz ay çalışan Savaş, jet gibi yükselerek Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcılığı’na atandı.
Dikkat ederseniz sadece 8 ay içerisinde iki büyük kamu bankasının tepe yöneticisi yapılmış.
Anlayacağınız bir yere oturtulmadan önce CV’si parlatılmış.
O yer daha sonra ortaya çıktı.
Mesut Yılmaz, Savaş için İhlas’a baskı yaptı.
Enver Abi direndi.

Sonunda kerhen de olsa kabul etmek zorunda kaldı.

Yanlış hatırlamıyorsam yıl 1996 yılıydı.
Mehmet Savaş
 sinsi bir şekilde adamlarını İhlas Finans yönetimine getirdi.
Her getirdiği insan Fethullahçıydı.
En yakın yardımcısı da dâhil.
Tabi bunları renk vermeden yaptı.
Bir takım yerlere dağıtılan krediler bu ekip tarafından adeta saçıldı.
Sanıyorum 2000 yılının sonlarıydı.
İhlas Finas batmadan birkaç ay öncesiydi.

Enver Abi Ankara’ya gelmişti.
Odamda otururken, “Mehmet Savaş Bey’in arayın da durum nasıl öğrenelim” dedi.
Mehmet Savaş telefonda ne anlattı duymadım. Ancak Enver Abi anlatılanlara çok sevindi.
Telefonu kapatıp bana döndü, “Ortalık da sıkıntı var ama şükürler olsun bizim Finans’ın durumu çok iyi. Mehmet Bey ‘Bir sıkıntı yok’ dedi. Enflasyon çok yüksek çıkıyor. Bu da finansı etkiliyor ama şükür ki bizim durum iyiymiş

Bu konuşmadan kısa süre sonra harici operasyon başladı.
Fethullahçılar önce fısıltı gazetesiyle il il dolaşarak İhlas Finans’ın batacağı söylentisini çıkardı.

Arkasından şubelerin önüne gidip olay çıkardılar.
Onun arkasından devletteki bürokratları devreye girdi.
Enver Abi’ye “Durum çok iyi” raporu verilen İhlas Finans, 2.5 ay sonra battı.
Bu konuşmadan topu topu bir ay sonra yani el konulmadan 1.5 ay önce Mehmet Savaş Amerika’ya kaçtı.
15 yıldır da Türkiye’ye dönmedi.

Muhtemelen hocasının önüne gelene dağıttığı ‘Cennetin tapusu’ bir elinde ve diğer elinde içindeyüklü banka hesabı olan banka cüzdanıyla dolaşıyordur.
Hem ahiretini hem de dünyasını kurtardığını sanıp keyif çatıyordur.
FETÖ’cular bu tezgah ve şeytanlıklarla hem İhlas Finans’ı hem de pırıl pırıl o güzelim mudileri yaktı.

On binlerce Ehl-i Sünnet Müslümanın kul hakkını yedi.
Ocaklar söndürüp, insanları perişan etti.
Bunların yaptığı zulümü Firavun bile yapmadı.
Bu zalimler şimdi kalkmış başkalarını Firavunlukla suçluyor.

Hadis-i Şerif’te buyruluyor ki; Bir kimse şu 3 şeyi yaşamadan can vermez..
1– Bir zâlime yardım edene, Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder. Zalimin zulmüne uğramadan ölmez.
2- Bir evlat babasına ne yaparsa onun aynısını yaşamadan ölmez.
3-Kim bir kardeşini, bir günah sebebi ile ayıplarsa, o günahı işlemedikçe o kimse ölmez.
FETÖ zalimine yardım edenlerin bugün hapishanelerde sürünmesinin nedeni de budur.

Allahü teala’nın adaletinden kimse bir yere kaçamaz.

O adelet Amerika’da gelip seni bulur, Fizan’a kaçsan da gelip seni bulur.
2013 yılındaki yazımda Fethullahçılara şöyle demiştim;
Bu arada İhlas Finans’a el konulmasını kadeh tokuşturur gibi kafa tokuşturarak kutlayan o cemaatin bir kısım üyelerine bir Arap sözünü hatırlatmak isterim:-Men Dakka, dukka. Yani, kim çalarsa çalınır veya atasözü olarak ÇALMA KAPIMI ÇALARLAR KAPINI.

Bu yazımdan 3 sene sonra Kayyumlar Asya Finans’ın kapısını çaldı.
Asya Finans için İhlas Finans’ı yakanlar hem işlerinden hem de yurtlarından oldu.
Bu kaçınılmaz bir sonuçtu.
Peki bunu nasıl bildim ?
Haşa, bir şey bildiğim yok.
Bildiğim tek şey; Allahü teala’nın şaşmaz adaletidir.

Bir gün Enver Abi bana şunu söylemişti; “Bir işte haksızlığa uğradığında sakın o haksızlığın faturasını kendin kesmeye kalkma. Meseleyi Allahü teala’ya havale et kurtul. Eğer haklı isen Allahü teala o hesabı senden sonsuz kere daha ağır bir şekilde görür.
İşte böyle Fethullahçılar.
Ettiniz ve buldunuz!..
Şimdi hesabınız görülüp, defteriniz dürülüyor.

Peki bitti mi ?
Korkarım bitmedi..
Bir de bunun ahiret hesabı var.
Bu arada unutmadan 3 yıl önceki sözümü yine tekrarlayayım.
Men dakka dukka.
Çaldınız kapımızı şimdi polisler çalıyor kapınızı.
Haydi iyi firarlar..

28.06.2016

Metin Özer

Enver Ağabey Aramızdan Ayrılalı 2 Yıl Oldu

Enver Ağabey aramızdan ayrılalı 2 yıl oldu

Poliklinikte çalışıyorum. Enver Abinin dişine bakmış, ilaç koymuştum. Randevu verdim ertesi gün. Sabah geldim baktım arabası kapıda, erken gelmişler.

Memleketimizin medarı iftiharı, hepimizin göz bebeği olan Enver Abiden bahsetmek gönüllerimizi şad ediyor, hasretimizi gideriyor, hizmet gayretimizi artırıyor.

Sene 1954… Konya lisesinde okuyordum, ara dönemde Kuleli Askeri Lisesine müracaat ettim.

Evrakımızı yolladık, notlarımızın yüksekliğine binaen çağırdılar.

Enver Abimizin de o sene babası vefat etmiş,  o da sömestir arasında müracaat etmiş, almışlar.

Enver Ağabey’in farklılığı, fevkaladeliği hemen seziliyordu; talebeler tanışmak, konuşmak isterlerdi onunla. Ki ben de vardım aralarında…
Aynı şubede değildik oysa; o Fransızca okuyordu ben Almanca ve Rusça…

Bir cumartesi izin dönüşü vapurda bir baktım yanımda.  Çengelköy’de indik. Kuleli’ye on dakikalık yol var, yürüyoruz. Mektebe gelmeden sahilde küçük sevimli bir cami vardır, ezan okunmaya başladı.

“Gel Faruk” dedi “namazlarımızı kılalım.” 

Babası çok teşvik edermiş namaza, hatta Kur’an-ı kerim okuduğu için harçlık sıkıştırırmış avucuna. O da harçlıkları hocasına verirmiş.  Adamcağız n’apmış biliyor musunuz,  biriktirmiş biriktirmiş, sene sonunda topluca götürüp vermiş babasına…

Nazif Efendi şaşırmış tabii. “Hocam” demiş, “madem Enver öyle münasip görmüş, kabul buyurunuz hediyemiz olsun size.”

Askeriyede iki elbisemiz vardı, dahili ve harici. Hariciler daha düzgün tabii, ütülü mütülü. Ama dahililer çuval gibidir, yaka bi tarafa bakar  paça başka tarafta. Enver Abi gitmiş Mercan’da askeri terzileri bulmuş, tam üstüne göre yaptırmış.

Bizimkiler dökülüyor onunkiler jilet gibi, tabii dikkat çekiyor. Saçına filan da çok önem verir, özene bezene tarar, çakı gibi bir subay.

Demişti ki…
Sabır ve kanaati kendine yol tut. Bunları dert edinenler elem çekmez.

Askeri hocalar umumiyetle sert görünür, disiplinli olurlar. Korkarsınız onlardan. Bir kimya hocası geldi, şeker gibi… Hüseyin Hilmi Albay.

İlk derse girdi “Buyurunuz efendim” dedi oturmamız için. Nerede görülmüş el kadar çocuklara “efendim” diye hitap eden bir subay?

Hilmi Hocamızın dersini şerbet gibi içerdim. Eter dersine “Azı ayıltır çoğu bayıltır” diye başlamışlardı hiç unutmam. Kuru ders notu değil, hayattaki karşılığını da verir, hafızamıza nakşederlerdi adeta.

Enver Abi bir izin günü Beylerbeyi Camiine gidiyor. Namaz kılınıyor, ardından Mevlid-i şerif başlıyor. Hafızın sesi yanık… Enver Abi içli içli ağlamaya başlıyor.

Hilmi Hocamızın hanımefendileri de oradaymış, dikkatini çekiyor. Dağılırken avluda görüyor, yaka numarasını alıyor.

Akşam  “Efendi” diyor, “Bugün Mevlitte Kulelili bir çocuk çok ağladı, çağırıp bir dinleseniz, derdi mi var acaba?”

İleri sınıflardan İsmail Silleli diye bir ağabeyimiz vardı. Hilmi Albayımızın eski talebesi, evine gidip gelmişliği var.

– İsmail bu pazar sen Enver’le Zeki’yi al, getir bana.
Zeki kim diyeceksiniz şimdi? Zeki Celep, Enver Abinin en samimi arkadaşı. Güreşirler, gülüşürler, hani yedikleri içtikleri ayrı gitmez denir ya.

Hocamıza bir gelmeye başlıyorlar, sonraki pazar yine, bir sonraki pazar bir daha…
*
Enver Abi çok zekiydi. Nitekim Fen Fakültesini süresinden evvel (üç senede) bitirdi.

Annesini İstanbul’a getirdi. Ev daha da şenlendi. “Melek Teyze” misafire bayılırdı. Sadece biz değil Denizli’den gelip İstanbul’da okuyan çocuklar da evin müdavimi. Hem yer içer hem çamaşırlarını bırakırlar.

Bir gün biber dolması yapmış, yedik bitirdik, bir başka grup geldi bir şey kalmadı mutfakta.

Yarım saat sonra kapı tık tık. Bulmuş buluşturmuş bir tepsi daha donatmış sil baştan.

Hatta bir gün Hilmi Bey Hocamızın hanımı ile birlikte kurabiye yapmışlar, karbonat yerine aspirin tozu varmış rafta, onu atmıştı hiç unutmam.
*
Ben Enver Ağabeyin kız kardeşine talip oldum bu arada. Hilmi Hocamız da uygun buldular. Hayırlı işin manisi çok oluyor ama. Birileri “Bunlar subaydır, uzaklara giderler” filan demiş kızcağızı korkutmuşlar.

Kuleli’deki caminin müezzini vardı Yusuf Abi. Sevilir civarda. Ona ağlıyorum “Gel sen şu işi hallet hocam Allah aşkına…”

Neyse evlendik. Tayin çıktı Erzincan’a.
Bir baktık Enver Abi ziyaretimize gelmiş, tiril tiril bahriyeli elbiseleri ile kapıda.

Trenler kömürlü o zaman. Nereye ellesen is duman… Enver Abi İstanbul’dan biniyor bembeyaz. Erzincan’a bir geldi, leke yağmış kara kara.

Hanım küçük daha, “Ver abi, yıkıyayım.”  Çamaşır suyuna yatırıyor, elbise masmavi oluyor. Bahriyeli iken havacı oldu!
Asıp da kuruyunca rengini buldu ama…  Güneşi gördü bembeyaz çıktı ortaya.

Enver Ağabey geldiği yere neşe getirirdi, içiniz ferahlardı.
*
Enver Abi askere gidiyor.  Yedek subay okulu bitmiş, kura çekecek, annesinin duası arkasında…

Soruyorlar; “Enver Ören nerede?”

“Efendim namazdadır, gelir birazdan.”

Getiriyorlar, komutan soruyor “Oğlum senin torpilin nereden? Seyir Hidrografi Dairesinden ismen istiyorlar!”

Orada iken NATO bursu ile Napoli’ye yolladılar, ihtisasını İtalya’da yaptı. Döndükten sonra da yuvalarını kurdular.
Kiminle dersiniz? Kimya hocamızın kerimeleri ile!

*
Evlilik arifesi. Hilmi Hocamız Enver Ağabeyin annesi Melike Hanım Teyzeye (Melek Anneye) bir mektup yazıyorlar: “Bizim kızımız nazlıdır evden çıkmaz, teyze müsaade ederse Enver Beyi almak isteriz yanımıza.”

“Hay hay” diyor Melike Hanım, “nasıl emir buyururlarsa.”

*

O günlerde talebe hareketleri yürüyüşler, boykotlar. İlmi çalışma yapacak bir zemin kalmıyor. Bir gün yine Hilmi Bey Hocamızın yanındalar:

– Bir şey söylesem yapar mısınız?
– Elbette efendim.
– Üniversiteden ayrılın, size ihtiyacımız var.

Çünkü Hilmi Hocamız ileri yaşlarına rağmen kitabevini yürütüyor, kâğıt temin ediyor, mürettiplere, musahhihlere koşturuyorlar.

Enver Abi ertesi gün istifa ediyor, “Yapma etme” diyenlere aldırmıyor.

Hocasının teklifine “baş üstüne” diyor dar imkânlarla gazete çıkarıyorlar.

Sonrası televizyon, ajans…

Bugün bendenizin Başhekimliğini yaptığı bu hastaneyi de Enver Ağabey kurdu.

“Para veremeyenden almayın onlar bizim misafirimizdir, ona göre davranın, şefkatli olun, hastalara da hasta yakınlarına da… Her daim çay bedava, bizden… İçsin dua etsinler.”

Enver Abi hasta parasından hiç hazzetmezdi.
Bu rejimin ayakları vardı, zenginler, sanatkârlar, güçlü gazeteciler.

Onlarla da iyi geçinirdi, ayrımcılık yanlısı değildi. Yaşlılara saygılı. Oktay Ekşi’ye bir şeyler hediye ediyor. Çakmak mesele değil, gönül alıyor.

Ya bu Enver Bey her defasında bizi mahcup ediyor. Bütün Müslümanlar böyle olsa biz de dururduk yanlarında” derlerdi.

AMERİKALI ŞOFÖRÜN ENVER ABİ SEVGİSİ
Ben yıllardır devlet başkanlarını, patronları taşıdım, onun gibisini görmedim. Sevginin vücut bulmuş hâli. 

Demişti ki…

İnsan çalıştırmanın temel şartı, heves kırmamaktır.

Enver Abi, “Trafikte önündeki aracı sıkıştırmak bile kul hakkına girer” derdi.
*
Poliklinikte çalışıyorum. Akşamdan Enver Abinin dişine bakmış, ilaç koymuştum. Randevu verdim ertesi gün on buçuğa. Sabah geldim baktım arabası kapıda, erken gelmişler. Eyvah ağrı mı yaptı yoksa?
Oradaki bir meslektaşım, “Efendim beklemeyin isterseniz, ben tamamlayayım”     demiş.

“Olmaz” demiş Enver Abim, “Faruk’un kalbi kırılacağına, dişim kırılsın.”
Zarafet, nezaket.
*
Amerika’da Enver Ağabey için bizim hanımdan böbrek almışlardı.

Ertesi sene hanımın kontrolleri için Amerika’ya gittik.
Houston Methodist Hospital’in bizi karşılamaya gelen şoförü yaşlı bir kurt, insan sarrafı:

– Nereden geldiniz?
– Türkiye’den.
– Mr. Ören’i tanır mısınız?
– Nasıl tanımam.

– Ben yıllardır devlet başkanlarını, patronları taşıdım, onun gibisini görmedim. Sevginin vücut bulmuş hâli.

Özetle… Şuna inanırım; Allahü teala bir kulunu severse onun sevgisini havaya, suya dağıtır; içen koklayan onu sever.

HAYRATLA GEÇTİ HAYATI

Enver Ören demek karşılıksız vermek demekti. Ekranda ağlayan 6 çocuklu dul kadını buldurup ev verir, nice garibe sayısız ihsanlarda bulunurdu. “Veren el aziz olur” derdi.

Memleket sevdasıyla dopdoluydu Enver Ağabey… Sırf bu yüzden sayısız eser kazandırdı Türkiye’ye… Nice camiler, okullar, çeşmeler, hastaneler… En mutlu günleri bu eserlerin temel atma ve açılış günleriydi. Hizmet âşığıydı, bu yolda yorulmak nedir bilmezdi. “İnsan gönlü kazanmak para kazanmaktan iyidir” der, maddi kâr gayesi asla gütmezdi.

Enver Abiler VE HAYIRLARI CAMİLER

İHLAS-CAMİ4
İhlas Marmara 1 Camii

Demişti ki…
Bir insanda iki şey
varsa, Allahü teala
ona her şeyi vermiştir:
-Ehli Sünnet itikadı
-Bir Ehli Sünnet âlimini tanıyıp, onu sevmek…


Güzelşehir Camii

Sultanbeyli İhlas Camii
İhlas Yuva Camii
İhlas Marmara 1 Camii
İhlas Marmara 2 Camii
İhlas Marmara 3 Camii
Armutlu Tatil Köyü Camii
Güzelşehir Camii
Kuzuluk Camii
Tozkoparan Uhud Camii’ne yardım

OKULLAR

Bahçelievler Kampüsü Okulları
Özel Bahçelievler İhlas İlkokulu ve Ana Sınıfı
Özel Bahçelievler İhlas Ortaokulu
Özel İhlas Anadolu Lisesi
Özel İhlas Anadolu Meslek Lisesi
Özel İhlas Fen Lisesi
Beylikdüzü Kampüsü Okulları
Özel Marmara Evleri İhlas İlkokulu ve Ana Sınıfı
Özel Marmara Evleri İhlas Ortaokulu
Özel Marmara Evleri İhlas Anadolu Lisesi
Özel İhlas Marmara Evleri Fen Lisesi
Beylikdüzü
İhlas Marmara Evleri Devlet Okulu
Büyükçekmece
Özel İhlas Ana Okulu Güzelşehir
Avcılar
Özel İhlas Ana Okulu Bizim Evler 2
Özel İhlas Ana Okulu Bizim Evler 3
Özel İhlas  Bizim Evler İlkokulu
Yenibosna
Türkiye Gazetesi Ticaret Lisesi
Adapazarı
Kuzuluk Enver Ören Ortaokulu

ÇEŞMELER

24’ü İstanbul’da olmak üzere aralarında Şırnak, Kıbrıs, Erzurum, Erzincan, Çorum, Çankırı, Amasya’nın bulunduğu çeşitli illerde 74 tane inşa etti.

Ayrıca Özbekistan’da İmamı Maturidi Hazretlerinin Türbesini, Hindistan’da Nur Muhammed Bedayuni Hazretlerinin kabrini yaptırdı.

Türkiye’de birçok okul ve camiye maddi yardımda bulundu.

Demişti ki…
Eğitim, insanların beynine bilgi koymak değil, gönlüne dokunmaktır.

 

YARDIM KABUL ETMEZ KENDİSİ YAPTIRIRDI
Memleketin birçok yerinde yapılan camilerden biri de Adapazarı Kuzuluk’taki İhlas Camiiydi. Enver Ağabeyin bir diğer tutkusu da yıpranmış evliya kabirlerini tamir etmekti.

SON SOHBETİ VEDA GİBİYDİ


Demişti ki…
İhlas Holding’in başarısının % 80’i gönül yapmak, % 20’si çalışmaktır.

Efendim selamün aleyküm. Arkadaşlar beni görmek istiyor, ben de onları çok görmek istiyorum. Allah unutturmasın.
Ahirette tanımak, tanınmak çok zordur.

Bir gün bir talebe çok ağlıyormuş. Hocası da soruyormuş:
– Niye ağlıyorsun?

– Efendim ahirette ya beni unutursanız, ya kaybolursam? Beni Cehenneme atarlar. Hâlbuki siz sahip çıkarsanız bir şey olmaz. Fakat her an mutlaka sizin yanınızda olacağıma nasıl emin olabilirim?
Hocası,
– Bir şey olmaz, evham etme keyfine bak, demiş.
Ertesi gün çocuk yine hüngür hüngür ağlıyor.

– Niye ağlıyorsun?
– Efendim ya beni unutursanız? Ya ben kaybolursam?
– Gel bakalım buraya. Bak. Unutursan unutulursun. Kaybedersen, kaybolursun, buyurmuş.

Yalan dünya… Kendi halime bakıyorum, buradan bir şey çıkarıyorum:

Yakup “aleyhisselâm” Azrail “aleyhisselâm”la arkadaşmış. Azrail “aleyhisselâm” istediği zaman Yakup “aleyhisselâm”ın yanına gelirmiş. Her defasında da Yakup “aleyhisselâm” şöyle sorarmış:

– Vazifeli misin, misafir misin?
Bir gün demiş ki:
– Biz arkadaşız. Görevli geleceğin vakit önceden haber ver de tedbirli olalım.

Azrail “aleyhisselâm”:
– Peki, demiş, görevli gelmeden evvel ben sana üç tane haberci göndereceğim. Önce haberciler gelecek, ondan sonra ben geleceğim.

Derken zaman geliyor, vade doluyor.
Azrail “aleyhisselâm” tekrar görünüyor.
Yakup “aleyhisselâm”:
– Vazifeli misin, misafir misin, diye soruyor.
Azrail “aleyhisselâm”:
– Bu defa görevliyim diyor.
– Ne?! Hani haberci gönderecektin?

– Ben sana üç tane haberci gönderdim. Habercinin biri, simsiyah saçlarına ak düştü, saçların döküldü… Bu bir haberci değil miydi? İkincisi genç-liğinde kanlı canlıyken, bastığın yeri titretirken… Şimdi Allahü teâlâ ağzının tadını aldı, hasta oldun, hiçbir şeyden tat ve zevk alamadın… (Enver abiniz üç beş lokma yese arkasından istifra ediyor. Her gün istifra ediyor. Daha yemeğe otururken eyvah deyip kalkıyorum. Geçen gün bir ilaç getirdiler. Bir tuz yapmışlar ama içerisinden sodyumu çıkarmışlar. Tadı normal tuzdan daha keskin… Allah tuzdan mahrum etmesin.) Habercinin üçüncüsü de belin büküldü, gücün kalmadı. (Enver Abi buraya iki kişinin kolunda geldi. Ah, aah.)

İsa “aleyhisselâm” havarileriyle beraber giderken birisine rastlıyorlar. O adam o bölgenin çamaşırcısıymış. İsa “aleyhisselâm” yanından geçerken adam itibar etmemiş. Bu yüzden mübareğin kalbi kırılmış. Kalbi kırılınca Cebrail “aleyhisselâm” gelmiş ve:

– Yarın öğlen için cenaze namazına hazırlan demiş.
Ertesi gün öğlen oluyor, adam hayatta. Daha ertesi gün bakıyor adam yine hayatta…

Cebrail “aleyhisselâm” tekrar geliyor. Diyor ki:
– Gidin şu çamaşırın içine bakın.
Bakıyorlar ki o civarın en tehlikeli yılanı çamaşırın içinde kıvrılmış ölmüş. Sebep?
Bu adam yemek yiyordu. Kapıya bir ihtiyar geldi, “Açım” dedi. O da tuttu, ekmeğini ona verdi. O sadaka hem belayı önledi, hem de ömrünü uzattı. Çünkü Peygamberimiz “aleyhissalatü vesselâm” buyuruyor ki, (Sadaka belayı önler, ömrü uzatır).

Verilen şeyin ne olduğuna ne olmadığına bakmayın. Yeter ki sizden oraya bir şey çıksın. Öyle sevap ki…

Ehl-i sünneti anlatacağım diye Mübarek Hocamın ömrü tükendi. Muhabbeti anlatacağım diye ömrü tükendi. Abdülhakim Arvasi hazretlerini tanıtacağım diye ömrü tükendi. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsedeceğim diye ömrü tükendi. Onların anlattığı başka bir şey yoktur. Ehl-i sünnet itikadı, büyüklere muhabbet, Abdülhakim Efendi hazretlerini, İmam-ı Rabbani hazretlerini, bütün büyüklerimizi tanımak, rahmetle anlatmak, bilhassa Mektubat’tan çok istifade etmek… Ne kadar güzel bir yol ya Rabbi! Hiç sağı solu yok, ilavesi, noksanı yok. Bütün ömürleri sadece üç beş madde içerisinde geçti. Ne hikâye, ne vaka, ne hatıra varsa, bir konuyu belki 10 defa, 20 defa tekrarlayabilirlerdi.

Gelelim Enver abinin sağlığına… Bu ay biraz problemli geçti. Tansiyon 3,5’a indi. O vaziyette üst kata çıkamadım. Arkadaşlar beni kucakladıkları gibi yukarı çıkardılar. Tabii bu sarsıntıyla böbrek rahatsızlanıyor, o rahatsız oluyor, bu rahatsız oluyor. Yarın inşallah hastaneye gideceğiz.

Niyet hayır, akıbet hayır…
Türkiye gazetesinin bu abone işinden çok sevinçliyiz. Bütün arkadaşlara dua ediyorum, teşekkür ediyorum. Hocam hayattayken en çok ehemmiyet verdikleri hizmetlerden biri de gazete idi. Vefatlarından birkaç gün evvel çağırdılar. “Vasiyetimdir” buyurdular. “Bizim yolumuz kitap ve gazetedir. Ne olursa olsun bu ikisini korumaya çalışın, bir şey olmasın.”

Allahü teâlânın bir tabiat kanunu var, zerre şaşmaz. Yağmur, güneş her neyse… Tabiat kanunu olduğu gibi bir de Allahü teâlânın sosyal kanunu var. Onlar da insanların dünyada ve ahirette rahat etmesi, orada acı çekmemesi için sosyal kanunlar yaratmıştır. Bu kanunlara uyanlar, Resulullah “aleyhissalatü vesselâm”ın bildirdiği yolda yürüyenler, bu kanunun içerisinde kaldıkları için bu kanunun bahşettiği nimetlere, Cennete kavuşacaklardır.

Mübarek Hocam buyurdular ki, “Bizim arkadaşlarda, yani bizi sevenlerde iki kötü ahlak olmaz. Bu iki kötü huy varsa hiç istifade edemez. Biri var diğeri yoksa ikisi de kıymetsizdir. Çünkü bunlar birbirinden ayrılamaz:

1. Kötü huyun biri, edepli olmamak... Saygılı olmamaktır. Bu yolda edep her şeydir. Şah-ı Nakşibend hazretleri, “Yolumuzun başı edep, ortası edep, sonu edeptir” buyurmuşlardır. Kime karşı edepli olmak, saygılı olmak?  Birincisi Allahü telaya karşı, sonra Peygamberimize “aleyhissalatü vesselâm”, sonra bütün büyüklerimize karşı, hocamıza karşı, hocamızın talebelerine karşı saygılı olmaktır.

2. Kötü huyun diğeri, kibirli olmak... Bizim arkadaşlar katiyen ama katiyen kibirli olamaz. Kibir her kötülüğün başıdır, her kötülüğün davetçisidir. Allahü teâlâ “Kibirliyi affetmem” buyuruyor. “Kibir, azamet bana mahsustur. Birisi kalkar da kibirlenirse ona hiç acımam, yakarım” buyuruyor. Çünkü kibir diğer günahlara benzemiyor.
Hiçbir zaman kibirli olmayalım. Ortam ve şartlar bizi kibirli yapmaya sürükleyebilir. Cenab-ı Hak, “Azamet ve Kibriya benim hakkımdır” buyuruyor.

Ah… Ne şanslıyız. Yeter ki bir yanlışlık sebebiyle, bir hatamız sebebiyle, bir fırtına sebebiyle bu gemiden bizi düşürmesinler. Gemide olduğumuz sürece korkmayalım.
Kıl beşi, karıştırma işi. Bizim Arnavut öyle diyor.
İnsanlar ne dereceye çıkarsa çıksın, ne makam elde ederse etsin, ne keramet gösterirse göstersin, namaz şarttır. Bir vakit namazı kaçırırsa hepsi sıfır olur. Sil, yeni baştan başlamak icap eder. Bir binanın iskeleti olmazsa içi ne kadar süslü olsa o ev noksandır. Bu binanın iskeleti insanın ibadetleri ve vücut yapısıdır. Onu tam yapmazsa o bina işe yaramaz, kullanılamaz hale gelir.

Ehl-i Sünnet âlimlerini tanıyıp seven ölüm acısı çekmez, kabir azabı çekmez, mahşer azabı çekmez.
Hepinizi Allahü tealaya emanet ediyorum.
Aaah, bir zamanlar maziye bak, ne kadar gençtik…
Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesifun, ve selamün alel mürselin, velhamdülillahi rabbil âlemin.

El Fatiha.
Allahaısmarladık.

Kaynak

‘Enver Abi’ sevgisi kitaplaştı

‘Enver Ören Ağabey’in kitabı çıktı

İhlas Holding’in kurucusu merhum Enver Ören için vefatının ilk yılında, kurucusu olduğu İhlas Vakfı tarafından bir kitap çıkarıldı.

 

“Enver Ören Ağabey’in Ardından” isimli kitap, Enver Ören’in vefatından sonra yayınlanmış mesaj, makale ve hatıralardan oluşuyor.

Kitabın koordinatörlüğünü Veli Solak, editörlüğünü ise Ömer Faruk Yılmaz yaptı.

“Hedef sahibi olmayan insan huzursuzdur” diyen ve başarının sırrını “Tatlı dil, güler yüz, sabır, hiç tenkit yok” şeklinde izah eden merhum Ören’in insanlar üzerinde oluşturmuş olduğu sevgi, güven ve itibarı kitapta geniş bir çerçevede yer alıyor.

“ENVER ÖREN AĞABEYİMİZ TÜRKİYE SEVDALISI, GERÇEK BİR VAKIF ŞAHSİYETTİ”

Kitabı hazırlayan ve yayınlanmasını sağlayan İhlas Vakfı’nın Mütevelli Heyet Başkanı Avukat Mehmet Okyay, merhum Enver Ören’in hem vefatının ilk yılı olması hem de 75. doğum günü olması vesilesiyle böyle bir çalışma hazırladıklarını belirtti. Enver Ören’i bir Türkiye sevdalısı olarak tanımlayan Okyay, “Vakfımızın kurucu başkanı, değerli büyüğümüz, Türkiye sevdalısı merhum Enver Ören Ağabeyimiz gerçek bir vakıf şahsiyet ve çok vefalı bir insandı” dedi.

Böylesine mümtaz bir şahsiyet için sevenleri olarak kayıtsız kalmamanın icap ettiğini ifade eden Okyay, “Enver Ağabey ömrü boyunca Türkiye’nin sahip olduğu değerlere bağlı kalarak gelişmesine ve büyümesine hizmet etti. Milli ve manevi değerlerimizin yaşatılmasına hayatını adamış olan Enver Ağabey için hazırladığımız bu kitapta, sevenlerinin dile getirmiş olduğu duygu, düşünce ve hatıralarını bir araya getirdik” ifadelerini kullandı.

KİTAPTAN ANEKDOTLAR

“Hizmet yolunda büyük bir sevdayla çalıştı.” Abdullah Gül (Cumhurbaşkanı)

“Merhum Ören inanıyorum ki yaptığı hizmetler dolayısıyla uzun yıllar hayırla yâd edilecektir.” Recep Tayyip Erdoğan (Başbakan)

“Ona bey değil, ağabey kelimesi çok yakışırdı.” Hüseyin Çelik (AK Parti Genel Başkan Yardımcısı)

“Ağabey – kardeş gibiydik. Ben ona Enver Abi derdim, o da bana Orhan Abi derdi.” Orhan Gencebay (Sanatçı)

“Kurduğu okullar evrensel anlamda eğitim veriyor.” Dr. Muammer Yıldız. (İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü)

Kaynak: İHA

Sevenleri Enver Ağabeyi anlattı; Hizmetleri hep yaşayacak

:: Enver Ağabeyin Birinci Vefat Yıl dönümün de Söylenenler ve Yapılanlar ::

Gazetemizin kurucusu değerli büyüğümüz Enver Ağabeyimizi anlatan dostları; O’nun vefasını sevgisini, merhametini ve üstün ahlakını unutamadıklarını söyledi.

Bir yıl önce kaybettiğimiz Enver Ören Ağabeyi en yakın dostları anlattı. TGRT HABER TV’deki Enver Ağabeyi Anıyoruz” özel yayınına iş, sanat, ve siyaset dünyasından çok önemli isimler katıldı. İşte onların dilinden Enver Ağabey…

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç:  
Prensip sahibi bir kişiydi
“Manisa’da avukatlık yaparken ismini duyardım. Tanıştıktan sonra son derece güler yüzlü, örnek alınacak bir insan olarak gördüm. Son yıllarda temasımız daha çok oldu. Onun selamını ve duasını alırdım. Dostlarıyla aynı hedefe doğru koştuk. İslami yönde örnek alınabilecek prensipleri vardı. Kendisine muhalif olanlara bile nezaketsiz davranmazdı. Ankara’da fırsat buldukça Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kabirlerini ziyaret ediyorum. Orada da dostları ile görüşüyorum. Enver Bey gerçekten çok sevilen güzel bir insandı. Allah güzel insanların sayısını artırsın. Allah rahmet eylesin. Ben daha sonra medyadan sorumlu bakan olarak Nuh Bey’in tertiplediği Türkiye toplantılarına katıldım. Türkiye Gazetesi Enver Bey’in en büyük eserlerindendir. Huzur veren gazete olarak biliniyor. Gerçi bugün hem huzur veriyor hem de heyecan veriyor. Haberleri verirken bile Türkiye Gazetesi, TGRT HABER ve İHA kimseyi üzmeden nasıl haber yapılacağını gösteren örnek kuruluşlardır, bunu hep söylerim. Türkiye Gazetesi 200 bin tirajıyla, pozitif yayın yapan gazetelerin başında gelir. Medya patronlarını çok tanımam. İsmi geçen çok insan var. Onlara da çok bir şey söylemek istemem. Ama Enver bey içi dışı bir olan bir insandı. Örnek bir hayatı vardı. Adaletten ayrılmayan, güler yüzden vazgeçmeyen biriydi. Yeni buluşları, yeni atılımları vardı. Pazarlamacılıkta Türkiye’de bir çığır açtı. Çalışanları birbirlerine çok bağlıydı. En son geçmiş olsuna gitmiştim. Sağ olsun aşağıya kadar inerek bizi karşılamıştı. Ellerimden tutarak yukarı kadar çıkartmıştı beni. Birlikte yemek yemiştik. Bize destek olduğunu ve hep duacı olduğunu söylemişti. Birlikte namazımızı kılarak dua ettik.”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş:
Hizmet için çırpınırdı
Enver Ören kendine özel farklı yapısı olan bir insan. İş, kültür ve medya dünyasında iz bırakan insanlardan bir tanesi. Bir ekol olarak değerlendiriyorum. Hayatı boyunca hep hizmet etmiş, girdiği her alanda başarılı olmuş, samimi, iyi niyetli ve hizmet etmek için çırpındığını biliyoruz. Allah’tan rahmet diliyorum

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek:
Gönül dostuydu
Herkesi çok severdi. Herkesi kucaklardı. Kötülük bilmezdi, gönül insanıydı, benimle muhabbeti en üst seviyedeydi. Paylaşamayacağım çok özel muhabbetlerimiz olmuştur. O sohbetler dolayısıyla beni daha çok severdi. Gönül dostu bir insandı. Kendisini çok özlüyoruz.

AK Parti İstanbul Milletvekili Abdülkadir Aksu:  
Vefalı bir insandı
Enver Ağabeyimizin aramızdan ayrılışı üzerinden bir yıl geçti. Rabbim gani gani rahmet eylesin. Güzel bir dosttu, güzel bir insandı. Beraber çok bulunduk. Çok güzel günlerimiz oldu. Bu ülkeye çok güzel hizmetler verdi. Konuttan turizme, otomotivden medyaya pek çok alanda güzel hizmetler yaptı. Konut sektörü dedim, çünkü bir çok insanımızı ev sahibi yaptı. İstanbul’da, Yalova’da dar gelirli vatandaşları ev sahibi yaptı. Adapazarı’nda Kuzuluk Kaplıcaları’nı yaptı. Cennet gibi bir yer. Orayı keşfetmek bile bir zeka işi. Çok huzurlu bir yer. Yine Armutlu’daki termal ve deniz. Böyle bunun gibi bir çok hizmetleri geride bıraktı. En son vefatından önce değerli arkadaşım dostum Vecihi Gönül ile İhlas Holding’in merkezinde kendilerini ziyaret etmiştik. Bir öğlen yemeğinde bize balık yedirmişti. Zaman zaman sağolsunlar bizi Sarıyer’deki evine balık yemeğe davet ederdi. Ali Coşkun, Nevzat Yalçıntaş, Cemil Çiçek, ben bir kaç kez o Sarıyer’deki evde balık yemeğe gittik. Birlikte güzel günlerimiz oldu. ABD’de de bir kez birlikte olduk. Rahmetli Özal’ın ameliyatında. Bir müddet otelde birlikte kaldık. Çok tatlı 3-4 gün birlikte geçirdik. Vefalı bir insandı. Koskoca Cumhurbaşkanı ameliyat oluyor sadece bir kaç kişi var orada, Enver Ağabey de bunlardan biriydi. İyi bir dost, bu ülkeye iyi hizmetler yapmış iyi bir insandı.

BBP Genel Başkanı Mustafa Destici: 
İhlastan hiç ayrılmadı
İhlastan, samimiyetten ve hizmetten hiçbir zaman geri durmadı. Ben, ölüm yıl dönümünde kendisine bir kere daha Allah’tan rahmet, geride kalanlarına başsağlığı diliyorum. Onun kurmuş olduğu hem ticari yapılar hem de medya ayağındaki İHA olsun, TGRT HABER olsun, Türkiye Gazetesi olsun; vatanın, milletin ve ülkenin öncekilerini öne koyarak, dürüst, tarafsız, milli ve manevi değerlere sahip çıkan yayıncılık anlayışıyla hizmetlerine aynen devam ediyor.

DSP Genel Başkanı Masum Türker: 
Herkese gönlünü açardı
Türkiye Gazetesi’nin büyüme noktasında olduğu tarihlerde ben Güneş Gazetesi’nin yönetim kurulunda yer alıyordum. O zaman herkes Enver Bey’in bu işi başaramayacağını düşünüyordu. Oysa ben, onun çalışkanlığını, her yere ulaşımını gördüğümde ‘Bu gazete daha da büyür daha da kökleşir’ demiştim. Çünkü Enver Bey herkese sevgiyle yaklaşan, herkese gönlünü açan bir kişiydi.

Gazeteci Kenan Akın: 
Hep haklı çıkardı
Uzun yıllar birlikte çalıştık. Birçok tartışmamız oldu. Ama sonunda hep onun haklı olduğunu gördüm.

Kanal T Genel Müdürü Hüseyin Tanrıkulu: 
Büyük bir insandı
Yüreği ve kucağı herkese açık olan bir insandı. Hiçbir şeyi hiç kimseden esirgemezdi. Yeri doldurulamaz büyük bir insandı.

Gazeteci Mehmet Barlas:
Vefalıydı
Çalışanlarına arkadaş muamelesi yapardı. Çok vefalı, dost canlısı bir insandı. Enver Ören gibi yiğit insanların patron olmaları bizim için çok büyük bir şanstır.

Gazeteci Bekir Hazar:
Allah aşkıyla doluydu
İnsanlar için ömür adayan, insan sevgisi ile dolu bir kişiydi. En büyük hayali 30 bin çalışana ekmek vermekti. Onların çocuklarına ailelerine ulaşabilmekti. Türkiye’nin en çok istihdam sahibi medya yöneticisi olmak için çaba harcayan bir kişiydi. İnsan ve Allah aşkıyla dolu bir şahsiyetti.

FOX Haber Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk:
Kadere inanmak lazım
Allah mekanını cennet etsin. Açık söyleyeyim o müessesede istihbarat şefliği ve haber müdürlüğü yapmasaydım belki burada olmayacaktım. Vesileler çok önemli. Kadere çok inanmak lazım.

Gazeteci Metin Özer: 
Herkesin yükünü aldı
Kendisine kötülük yapanlara bile kötülük yapmayan biriydi. O sıkıntılı dönemde uğradığı şiddetli dalgalara rağmen İhlas gemisini sağ salim kıyıya çekmeyi başardı. Kimseye yük vermedi, herkesin yükünü aldı. Garip geldi, garip gitti.

Kanal 24 Genel Yayın Yönetmeni Murat Çiçek:
Patron kelimesini yasaklamıştı
TGRT de çalışıyordum. Kendisine patron denilmesini yasaklamıştı. O herkes için Enver Ağabeydi.

Kanal D Haber Müdürü Salih Selçuk:
Çok nazikti 
Bu meslekte çeyrek asrı devirdim, birlikte çalıştığım patronlar içinde en nazik olan Enver Ağabeydi.

Sanatçı Orhan Gencebay:
Emeğe saygı gösterirdi
Enver Ağabey Türkiye’de sanatçılara ilk telif ücreti ödeyen kişidir.

Yapımcı Şahin Özer:
Gözü gönlü toktu
Bize her anlamda destek verdi. 24 sayfa gazete yapmam lazımdı. 100 bin adet basmam gerekiyordu. Param yok dedim. Talimat verdi. Şahin ne diyorsa yapılsın dedi.

Enver Ağabey’in Eyüp Sultan Kabristanı’nda, hocası ve kayınpederi büyük İslam alimi merhum Hüseyin Hilmi Işık’ın yanı başındaki kabri, gün boyu ziyaret edildi.

 

ENVER AĞABEY’İN HATIRASINA
Ekrem Çalkılıç ve Faysal Atıl‘ın sunduğu TGRT HABER TV‘deki özel yayında; sevenleri, Enver Ören Ağabey ile ilgili duygu ve düşüncelerini anlattı.

Kaynak

23.02.2014

BU TORBA BİR SİGORTA

Enver Ağabey’in emri ile 2001 yılından beri her ay bin beş yüz fakir aileye erzak dağıtıyoruz. “Bu hizmet bizim sigortamız” derdi.

2001 krizinin Türkiye’yi kasıp kavurduğu günlerdi.
Bir gün merdivenlerden inerken beni çağırdılar.
“Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi yaratır” hadis-i şerifini okuduktan sonra:
– Hoca, fakir ailelere erzak dağıtacağız, dediler.

Ekip kurduk, muhtarların kapısını çaldık.
– Mahallenizden en fakir otuz ailenin adresini istiyoruz.
Ayda bin beş yüz aileye erzak dağıtmaya karar vermiştik.
İsim ve adresleri toplayıp başladık.
Erzak torbasında neler yoktu ki…
Şu kadarını söyleyeyim; her ay kırk koyun kesip kavurma yapıyor, her torbaya yarım kilo da kavurma koyuyorduk. Bir de Namaz Kitabı koymamızı isterlerdi.
İşin en güzel tarafı akşamlarıydı. Fakirlere erzak dağıtıp eve geldiğimizde Enver Ağabey çağırırdı:
– Anlatın, neler oldu?
Neyin peşinde olduklarını biliyorduk:
– Efendim, Ümraniye’de yemek yapmaktan aciz yaşlı bir çift öyle içten dua ettiler ki…
– Efendim, Bağcılar’da dul bir kadın torbayı bizim yanımızda açtı, hüngür hüngür ağladı, ellerini kaldırdı, “Ya Rabbi sen Enver Bey’i hiç darda koma” dedi.
Mutluluğu yüzlerinden okunurdu. “Ah canııım” veya “Maşallah” şeklinde kısa karşılıklar verir, “raporumuz” bittikten sonra ellerini açardı:
– Yarabbi yapılan bu yardımları dergâh-ı izzetinde kabul eyle. Hâsıl olan  sevapların hepsini Sevgili Peygamberimizin ruh-i şeriflerine, ruh-i tayyibelerine, ruh-i mübarekelerine hediye eyledik vâsıl eyle! Ayrıca bütün peygamberlerin de aleyhimüsselam, Ehl-i Beytin, Eshab-ı Kiramın, Tabiinin, Tebe-i Tabiinin, Müctehidînin, Aşere-i Mübeşşerenin ve Hulefa-i Râşidinin, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali’nin, Hazreti Hamza, Hazreti Abbas, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in ve Ezvâc-ı Tâhiratın, Hazreti Hatice, Hazreti Aişe’nin, Hazreti Fatıma’nın kâffesinin ve cümlesinin ruh-i şeriflerine hediye eyledik, vâsıl eyle Yârabbi!
Sayar sayar sayar… Uzunca duası bittikten sonra bana dönerdi:
– Hoca hoca… Bu hizmetin sevabı İhlâs çatısı altındaki herkese gidiyor, bu bir. İkincisi, bu yardımlar bizim sigortamız, unutma!
(Fakirlere kumanya hizmeti bugün hâlâ devam ediyor. Kavurmasız olsa da… Ve, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bizden görerek aynı hizmeti vermeye başladı.)
Kenan Dirlik
—————————-

Hindistan, Eshab-ı Keyf, Abdullah-ı Dehlevi Hazretleri Türbesi.... Ziyaretleri

Hindistan, Eshab-ı Keyf, Abdullah-ı Dehlevi Hazretleri Türbesi…. Ziyaretleri

ENVER AĞABEY DİYOR Kİ…
“Dikkat edin, sevilen kişi var, sevilmeyen kişi var. Kurcala, arkasından kibir çıkar. Allahü teala göğsü kabarık insanları sevmiyor. Başı önünde olanları seviyor.”

 – Çeşitli Hatıralar


1 –
Gönül kırma, kırılırım
Fatih Çarşamba’da baskı tesislerimiz vardı. Enver Ağabey zaman zaman oraya uğrardı.
Bir gün Enver Ağabey sokağa girdiğinde bendeniz bir seyyar satıcı ile tartışıyordum!
“Ne var, ne oldu?” diye bana sordu.
“Efendim bizim kamyonet bu arkadaşın tablasına vurmuş, onu tartışıyoruz.”
“Bizim kamyon vurmuşsa bunda tartışacak ne var” dedi Enver Ağabey, “Derhal hem adama bir tabla alacaksınız, hem gönlünü alacaksınız. Hatta tablasını bundan sonra bizim binanın bahçesine koyacaksınız ki bir daha kimse dokunmasın.”
Enver Ağabeyin istediği gibi yaptık, o seyyar satıcı hem yeni bir arabaya kavuştu, hem garantili bir yere…
M.Çetin Doğanalp
———————-

2- Pijamalı pizza partisi!
Enver Ağabeyim, vefatına kadar tam 20 sene bütün yurt içi ve yurt dışı seyahatlerine bizi de beraberlerinde götürdüler. Hangi hatırayı seçip, nasıl anlatsam…
1999 Haziranında Mısır’a gitmişlerdi. Burada İmam-ı Şafii, Ahmed Rufai, Seyyidet Nefise hazretleri ve birçok mübarek zatın türbelerini ziyaret ettiler. Fakat sırtlarında ve kollarında şiddetli bir ağrı başladı. Rahat gezemiyorlardı.
“Bu ağrılarla burada daha fazla kalamayız, hemen İstanbul’a dönüp muayene olmam lazım” dediler ve seyahati kısa kesip İstanbul’a döndük.
Ertesi gün Türkiye Hastanesine gittiler. Burada yapılan kontrollerde boyun fıtığı teşhis edildi. Doktorlar durumun çok ciddi olduğunu, sol kolun ömür boyu felç olma riskinin bulunduğunu, acilen ameliyat gerektiğini söylediler. Ameliyatı yapacak doktor ve hastane konusunda doktorlar arasında bir anlaşmazlık yaşandı. Enver Ağabeyin en donanımlı hastanede, en meşhur operatörler tarafından ameliyat edilmesini istiyorlardı.
Enver Abi akşam Sarıyer’deki evine gidince herkese ibret olacak bir karar verdi:
“Bizim bir hastanemiz var, Türkiye Gazetesi Hastanesi… Ben, ‘Enver Abi kendi hastanesi dururken başka bir hastanede tedavi oldu’ dedirtmem. Ama eğer hastanemizin imkânları böylesine riskli bir ameliyata müsait değilse, burada başka bir hastaneye değil, yurt dışına giderim.”
İki gün sonra Amerika’ya hareket ettiler. Frankfurt’tan aktarma ile Washington Baltimore Havalimanına indik.
Buraya yakın Johns Hopkins Hastanesine gittik.  Hemen yatırdılar ve tahlillere başladılar.
İki gün sonra da dünyaca meşhur beyin cerrahı Dr. John Long tarafından ameliyat edildi.
Bu başarılı ameliyattan sonra Enver Ağabeyin neşesi yerine geldi. Sanki hasta olan biz, o bize moral veriyordu. Hastane personeli moral bulmak için Enver Ağabeyin odasına üşüşüyorlardı. Bir defasında İhlâs Holding Amerika Temsilcisi J.Osman Metya, Enver Ağabeye dışarıdan pizza getirmek istedi.
Enver Abi, “Olur. Burada ne kadar çalışan varsa, doktor, hemşire ve diğer görevliler… Hepsinin sayısını alıp sipariş edersen, olur” dediler!
Gerçekten de bir saat sonra Johns Hopkins Hastanesinde kaç kişi varsa, bütün hemşirelerin, hastabakıcıların, temizlikçilerin, hasta refakatçilerinin hepsinin önünde, elinde pizza vardı. Enver Ağabey odasında dışarı çıktı ve durumu görünce hem güldü hem de, “Eh, şimdi ben de pizzamı rahatça yiyebilirim” dedi.
Dünyada ondan daha merhametli insan yoktu…
Vehbi Tülek
———————-

3- Pençeli holding patronu

2000’li yılların en sıkıntılı günleri… Haftanın belli günleri Holding merkezine gidiyorlar, diğer günler görüşmelerini evde yapıyorlar.
Dışarı çıkarken giydikleri iki ayakkabıları var. Birisi siyah, diğeri kahverengi…
Kahverengi olanı ayaklarına daha rahat olduğu için çoğunlukla onu tercih ediyorlar.
Çok fazla dışarıda dolaşmadıkları halde, ayakkabının altındaki kösele iyice yıpranmış, delinecek hale gelmişti. Evde görevli arkadaşa, bu ayakkabının altına pençe yaptırmasını istediler.
“Holding patronu” Enver Ağabey, o sıkıntılı günlerde yeni bir ayakkabı aldırmayı fazla görmüştü.
Mahallenin kundura tamircisine götürülen ayakkabının altına pençe yapıldı ve yaklaşık bir sene de öyle kullandılar. Daha sonra o pençeli ayakkabısını bana hediye ettiler.
Mehmet Koç
———————-

4- Kimse dışarı çıkmasın!
Yanlarında hizmet ettiğimiz günlerden biriydi… Ramazan ayı… Evin salonunda teravih namazı kılıyoruz.
Namaz bitti, dua edilmeden önce arkalarına dönüp,”Duadan sonra kimse salondan çıkmasın” dediler.
Dua edildi, aşr-ı şerif okundu. Kalktılar, iki arkadaşı yanlarına alıp salondan çıktılar.
Merakla bekliyoruz. Salon dışındaki odada bir hareketlilik var ama ne olduğunu anlayamıyoruz.
Bir müddet sonra içeri girdiler, her zamanki gibi yüzlerinden eksik olmayan tebessümleri ile, “Namazdayken bir an düşündüm. Ben şimdi ölsem ne yaparlar? Dini vecibeler yerine getirilir, daha sonra bana ait ne eşya varsa fakirlere dağıtılır. Kendimi ölmüş kabul ettim, eşyalarımı, kıyafetlerimi kendim dağıtayım dedim. Geçin yan tarafa, isteyen istediğini alsın” buyurdular.
Aşağıda kendilerine ait giyinme dolabında eski yeni ne varsa boşaltmış, üzerlerindekinden başka kıyafet bırakmamışlardı.
Özel hizmetlerinde görevli arkadaşlar olarak hemen yan tarafa geçtik ve emirleri üzere eşyalarından almakla bahtiyar olduk.
Onlar da, her zamanki gibi, vermekten duydukları zevki tattılar.
Her zaman ölümü yanlarında bildiler ve hazırlıklıydılar.
Muzaffer İşcan
————————

5- Sevgi bedel ister!
ilenler bilir; İhlâs Holding merkezindeki yemek salonunda her perşembe bir hatta bazen birkaç nişan veya düğün olurdu.
Holding çalışanlarından birinin oğlu veya kızı nişanlanır/evlenir, Enver Ağabey de mutlaka bu törenlere katılıp sohbet ederdi.
Gerçek düğün de zaten Enver Ağabey’in o eşsiz, o tadına doyulmaz, o anlatılmaz sohbetleriydi.
***
Yine bir perşembe günüydü.
Çalışma mekânımda, yani Türkiye Hastanesi’ndeyiz.
Enver Ağabey’in ikinci böbrek nakil operasyonundan hemen önce…
Hastanede kalıyorlar.
Çok sıkıntıları var.
Kemik iliğinden biyopsi için parça alındı.
Öte yandan, Holding merkezde arkadaşlar toplanmış, Enver Ağabey gelir sohbet eder diye bekleşiyorlar.
Doktorlar ise kendi aralarında, “Bu halde iken toplantıya gidemez” diyor.
Derken Enver Ağabey odasından çıktı:
“Hadi bakalım, gidiyoruz.”
Doktorlardan biri, “Efendim istirahat etmeniz gerekir. Gitmeseniz iyi olur” dedi. Diğerleri de aynı kanaatle, “İyi olur”, “İyi olur” diye başlarını salladılar.
Enver Ağabey derin bir nefes alıp kafasını sağa sola salladı:
“Uzaktan gelen arkadaşlar vardır. Onları bekletemem” deyip arabaya yürüdü.
Enver Ağabey’in arkasından herkes gitti. Sohbet var, kaçırılır mı?
Bendeniz öylece kalakaldım. Çünkü düğün sahiplerinden kimse beni çağırmamıştı.
Kalbim ezildi, buruldum, hüzünlendim.
İçimden şöyle geçmesine engel olamadım:
“Bizim de adamımız olsaydı, biz de giderdik.”
Enver Ağabey daha yolda iken aratmış. “Yemeğe davetlisin” dedi telefondaki arkadaş.
Havalara uçtum.
İdris Doğru
———————-

6- O bir kalp doktoruydu
1985 yılında güzel bir mayıs sabahıydı. İşe biraz geç kalmıştım.  İşyerinde olmam gereken sabahın 9.30’unda Fatih’teki evimden çıkmış, Yavuz Selim yokuşundan aşağıya, Fevzi Paşa Caddesi’ne iniyordum. Oradan 90 numaralı
Draman-Eminönü otobüsüne binip işe gidecektim.
Yokuşun başında iken Enver Ağabeylerin arabasının yaklaştığını gördüm.
Arabayı Erol Sevdi bey kullanıyor, Enver Abim de önde, yanında oturuyordu. Gülerek bana el sallayıp geçtiler. Yüzündeki sevgi ve şefkati görünce işe gecikmiş olduğumdan dolayı rahatsız olabilecekleri aklıma bile gelmedi.
Ama o da ne?
Araba yaklaşık elli metre aşağıda durdu. Arka fren lambalarının yandığını gördüm. Yüreğim küt küt atmaya başladı. Araba yokuş yukarı geri gelmeye başladı.
Tam yanımda durdu. Enver Ağabey açma kolunu çevirerek camı açtılar ve gülen yüz ile:
– Rıdvanım biz havaalanına gidiyoruz, diyerek devam ettiler.
Yüzüm kıpkırmızı oldu, yüreğim pır pır etti.
“Enver Abi gazeteye gidiyor ama beni arabaya almadı” diye içimden geçmesin, kalbim kırılmasın diye bu inceliği göstermişlerdi.
Islak gözlerle arkasından okuyup üfledim.
Rıdvan Aydın

Kaynak

Enver Ören Ağabey kendisini anlatıyor: Ben Enver Abi…

Enver Ören kimdir? Ben de onu merak ediyorum. Herkes bana bunu soruyor, “Sen kimsin?” diyorlar.

“Öğretmensin. Gazeteci değilsin. Niye gazetecilik yapıyorsun?” Veya “Asistandın, sanayici değildin, sanayide nasıl muvaffak oluyorsun?” Şimdi efendim, işin temelinde bir sır var. O sır da evvela babamın, sonra da annemin duası var benim üzerimde…

ANA BABA DUASI
Ben on beş yaşındayken babamı kaybettim. Bana iki vasiyeti oldu:
Bir tanesi, “Ölüm hariç, deli olursan hariç, hiçbir vakit namaz üzerinden geçmeyecek. Ancak bu iki unsur seni bu ibadetten alıkoyar. Baba hakkım üzerine sana vasiyetimdir; karada, havada, denizde, nerde olursan ol, Allah’ın bu emri senin üzerinden geçmeyecek.”
Allaha hamdolsun, bir defa Kuleli Askerî Lisesi son sınıfında Fizik imtihanında unuttum. Onu hatırlıyorum. Ondan sonra da hatırlamıyorum. Fakat buna rağmen otuz senedir kaza namazı kılıyorum.
İkincisi; mübarek babam nüfus cüzdanımın arkasına yazmış: “Oğlum! Eğer bir fakülteyi bitirmezsen sana hakkımı helal etmem!”
Şimdi keramete bakın efendim.
1954 senesiydi. Babam yeni vefat ettiği için çok üzgündüm. Lise 1’de, 3 Kasım’da ortada kaldım. En büyük kardeş, ben…  Diğerleri küçük. Dört tane abim ölmüş.

Annem dedi ki, “Oğlum sen okuldan çık artık. Git bir bankaya memur ol.”
Ben başladım okuldan kaçmaya. On beş yaşında çocuğum. Düşünün, on beş yaşında iken ben oğlum Mücahid’i bir yere gönderemezdim. Neyse… Okuldan kaçıyoruz. Bir gün, bir arkadaş, bana çok büyük iyiliği oldu, beraber kaçtık. Ben ağlıyorum.

“Niye ağlıyorsun?”
“Babam vefat edeceği sırada beni yanına çağırıp dedi ki:  Oğlum, kitaplarını al, şöyle önümden geç! Ben ahirete gidiyorum. Allah’ın huzuruna varınca diyeceğim ki (Ya Rabbi, ben gözlerimi, oğlumu tahsile gönderirken kapattım).’ İşte bunları düşünerek, okuyamayacağım diye üzülüyorum. Onun için ağlıyorum.”

“Sen Kuleli’ye git.”
“Kuleli nedir?”
“Bir askerî mektep…”
“Nerede?”
“İstanbul’da.”
“Allah Allah! Nasıl gidilir?
“Ama galiba imtihan vakti geçmiş.”
“Gel”, dedim. “PTT’ye gidip telgraf çekelim.”

Gittik postaneye, bir telgraf. İşte; “Babam öldü. Okumak istiyorum. Beni okulunuza kabul eder misiniz?” gibi bir şey.
Telgrafı çektik. Üç dört gün sonra bir cevap: “İlk kanaat notlarını gönderin.”
Okuldan kaçmalar sebebiyle Tarih dört, zayıf yani. Bir kırıkla notları gönderdik.
Kuleli’den cevap: “Kırık notunuz olduğu için almamamız lazım iken istisna olarak sizi kabul ettik.”
İşte baba duası!

Efendim, Kuleli’ye geldim. O da bir macera. Gece saat on birde, Çengelköy’ü bilmiyorum. On beş yaşındayım. Elimde bir kâğıt, sadece bir adres…
Trende bir kadıncağız, başörtülü böyle, altmış altmış beş yaşlarında; beni mahcup ve mahzun görünce; “Oğlum, sen nereye gidiyorsun?” dedi.
Dedim; “Anneciğim, ben Kuleli’ye gidiyorum ama bilmiyorum neresi. İşte bir adres var elimde.”
“Niye gidiyorsun?”
“Okumaya gidiyorum.”
“Peki, ben seni götürürüm” dedi. Saat on birde. Taksi tuttu. Beraber Kuleli’ye kadar geldik. “Hadi oğlum” dedi. “Allah sana yardım eylesin.”
İşte baba duası!

1953 senesinde, benden daha büyük bir bavulla, buzlu merdivenlerden tam yukarıya vardık; son basamağa gelmeden ayağım bir kaydı, başa döndüm. Bavul bir tarafa, ben bir tarafa… Elim kanadı. Elim yaralı bir şekilde çıktım tekrar yukarıya.
Nöbetçi subay aldı bizi odasına. Tabii el böyle, göstermiyorum.

“Oğlum sen sakat mısın?!”
“Değilim efendim.”
“Aç şu elini!”
Açtım, bir avuç kan.
“Bu ne?”
“Düştüm efendim.”
Başladım mı ağlamaya… Yüzbaşı, “Gel evladım.”
O bir sarıldı mı, oldu en yakın dostum. Daha ilk gece…
İşte baba duası!
Efendim, Kuleli’ye girdik. Para yok, pul yok, kitaplar değişik, iklim değişik, gurbet var, ayrılık var.

Koğuşta yastığı yatağın içine koyuyorum, yatıyormuşum gibi… Çünkü yoklama var. Gidiyorum sıralardan bir kitap alıyorum. Kumandanın kapısının önünde yirmi beş mumluk lamba var. Çünkü lamba yakamazsınız. O lambanın dibinde, o soğukta, o paltonun içinde ders çalışıyorum. Velhasıl o vaziyette birinci sınıftan ikinci sınıfa sekiz kişi geçtik.
İşte baba duası!

Neyse, Kuleli’yi bitirdik fakat babamın nüfus kâğıdıma yazdığına bakıyorum; “Oğlum, sen üniversiteyi bitireceksin.”
Biz müracaat ettik. Ben dedim “Öğretmen olayım ama üniversiteye gideyim.”
O sene de askerî mekteplerden, Kuleli’den üniversiteye geçmeyi kaldırdılar.
Dediler; “Harbiye’ye gideceksin!”
“Vallahi gidemem.”
“Gidersin.”
“Gitmem.”
“Niye?”
“Babam diyor ki; (Üniversite bitireceksin.)”

Çare: 
“İki bin lira bulur, getirirsin” dediler.
Allah rahmet eylesin, annem küpelerini sattı, amcamdan, sağdan, soldan borç toparladık ve iki bin lirayı Kuleli’ye yatırdık.
Üniversiteye geçeceğiz. Bu sefer duvarlarda nerede burs var diye bakıyorum.

Baktık ki, “Et Balık Kurumu”; Zooloji-Botanik öğrencilerine, efendim, “Hidrobiyolog olarak yetiştirmek şartı ile”, ayrı bir eğitim, su bilimleri burs verecekler. Hemen kayıt oldum. Burs imtihanına girdim, kazandım. Allaha şükür, işe öyle başladık.

Baktım ki annem kıvranıyor. Kardeşlerim var. Ve efendim, üniversiteye girdiğim sene annemi Denizli’den getirttim. Seksen lira ev kirası veriyoruz, Beylerbeyi’nde.

 

TUTTUĞUN ALTIN OLSUN
Yaptığım İşler:  Üniversitede biyolojide farelere bakıyorum. Artı, amcamın eczanesinde nöbet tutuyorum. Artı, iki öğrenci kardeşimi okutuyorum. Artı, Ömer Öztürkmen abiye yalvardım; Sabah gazetesine musahhih olarak girdim. İlk gazetecilik oradan başlıyor. İlk mürekkep kokusu oradan başlıyor. Ömer Abi, İrfan Abi (Atagün) benim patronlarımdır, büyüklerimdir. Allah onlardan razı olsun. Bize maaş verdiler. Ve bu dört beş işi bir araya sıkıştırdık, ders çalışmaya da vakit ayırmaya çalıştık.
Evde sıkıntı çok…

Vapurlarda gidip gelirken ders çalıştık ve dört senelik fakülteyi Allahü teâlânın izniyle üç senede bitirdik. Gazete okumaya, sinemaya gitmeye, maç seyretmeye vakit yok.

(Kusura bakmayın efendim, ben böbrek nakli yaptırdığım için susuz pek duramıyorum. Su içeceğim ama siz kusura bakmayın. İlaç gibi yani.)
Efendim bir hadîs-i şerîf var. Peygamberimiz buyuruyorlar ki; “Anne baba duası, Peygamberin ümmetine duası gibidir. Reddolmaz.” Ben onun için annemi babamı anlatmak zorundayım. Çünkü bütün bu nimetlere kavuşmama onlar sebep oldu.

Annem geldi, kardeşlerim de var, çalışıyoruz, borç ödüyoruz. Kardeşimi evlendirdim, kardeşlerimi okuttum. Allah! Herkes çektiği sıkıntıyı kendisi bilir. Annem şu kadar söylüyordu; “Oğlum, ben gündüz namaz kılarken sana yaptığım duadan tatmin olmuyorum. Senden o kadar razıyım ki, gece namaza kalkıyorum; sırf sana dua etmek için.”
Şimdi soruyorlar. Enver Ören nasıl başarıyor? Vallahi Enver Ören’de iş yok. Ama aldığı dua çok… Kesin.

Bir gün annem dedi ki; “Oğlum, ben senden çok razıyım. Allah’a duam, sen taşı tut altın olsun.”

Vallahi oldu. Nasıl oldu? Bakınız şimdi… Para bakımından çok sıkıştık. Şirketin bu hale gelmesi öyle gökten zembille inmedi yani. Ateş düştüğü yeri yakar. Çektiğim sıkıntıyı anlatmam mümkün değil. Bazı arkadaşlar belki bilirler, ben öğretmenim. Yirmi beş sene öğretmenliğim var.
Bir gün oturuyorum. Dedim ki; “Ya, tebeşir yapalım tebeşir!”
Çağırdım arkadaşları.  Tebeşir yapalım ama bizim tebeşirin bir özelliği olsun. Tozsuz olsun.

Peki. Neyse. Çağırdık kimyagerleri, şunları, bunları. “Bir tozsuz tebeşir yapın” dedik. Yaptılar.
“Efendim, ismini ne koyalım?” dediler.
Dedim, “Altın Tebeşirleri olsun.” Bilerek değil ha!
Altın Tebeşirleri satılıyor, para kazanıyoruz. İhraç ediyoruz. İyi para kazanıyoruz.

Bir gün, Allah! Ya niye biz buna “Altın” dedik? “Tebeşirin asli maddesi nedir?” diye sordum arkadaşlara… “Taş” dediler. İsmi ne bunun? “Altın.” “İşte, annemin duasındaki gibi, taş altın oldu.

Ana duası, baba duası, bu işin esası. 
Onun için hayatta olanlar; annemiz babamız hayatta ise hemen bu gece mutlaka elini öpmeli. Ve efendim bir şey daha arz edeyim. Hayatımda hiçbir gün evden abdestsiz ve annemin elini öpmeden sokağa çıkmadım.
Bir gün; “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadîs-i şerifine uyarak, annemin ayaklarının altını öptüm.
“İnşallah senin de çocuğun, ayaklarının altını öpsün” dedi.
Bizim çocuk dört beş yaşındayken, daha yeni yürürken, ben uzanıyordum, geldi “şap” ayaklarımın altını öptü.
Dedim; “Ne yapıyorsun?”
“İçimden geldi” dedi.
Şimdi efendim, insan ne ekerse onu biçer. Allaha şükür ben oğlumdan şimdiye kadar hiçbir itiraz görmedim.

HAYIRLI EVLAT…
Balıkçılık Biyolojisini okuduğumuz için, balıkçılıkta bir kaide vardır; bir milyon yumurtadan bir balık yaşayabilirse, o sürü muvaffak olmuştur.
Onun için yirmi tane, on tane değil de bir tane devam ettirecek birisini bulmamız lâzım. Çünkü insanın öldükten sonra amel defteri birkaç şeyle kapanmaz. Bir tanesi hayırlı evlat…

ENVER ABİ DEMEK…
Hiçbir zaman çoğa talip olmadık, helâline talip olduk. Onun için de İhlâs, Allaha şükür bu noktaya kadar geldi. Bundan sonra da inşallah devam eder. Devamı, tekrar söylüyorum sağlıklı bünyeye bağlıdır. İhlâsın sıhhatli olmasını istiyorum. İyi olmasını, canlı olmasını, kanlı olmasını, genç olmasını… Çok mal satmak değil, kalitelisini satmak ve sattığımız her üründen de dua almak istiyoruz.

Enver Abinin özelliği, uçan kuştan, herkesten dua beklemek. Çünkü bir yerde okudum; “Dua, kaza ve kaderi değiştirir” diyor. Allah!
Onun için, evden çıkarken mutlaka hanımınızın duasını alın.
Sattığımız her kalitesiz mal, Enver Abinin ciğerinden bir parça götürür, sağlığından götürür.  Enver Abi demek, kalp kırmamak demek. Enver Abi demek, şefkat demek. Enver Abi demek, vermek demek. Enver Abi demek, sevgi demek.

Ben böyleyim. Hiç kimse üzülmesin, hiç kimse sıkıntı çekmesin, ama elimden gelebildiği kadar, yapabildiğim kadar, ama bana bakarsanız altı milyar insanın hepsi Cennete gitsin. Arzu bu. Olmayacağını biliyorum, ama arzu bu. Yani hiçbir Allah’ın kulunun ayağına diken batsın istemiyorum.

SAADETİN KAPISINDA…
Kuleli’ye tekrar dönersek…
Kimya dersimiz vardı. Bu derse Hocam Hüseyin Hilmi Işık girdi. Tığ gibi, adeta 18 yaşında bir delikanlıydı. O zaman yarbaydı.
Hüseyin Hilmi Hocamız bir gün derste, “Beylerbeyi’nde Fahri Hoca var. Cumartesi günleri saat dörtte sohbet eder, gidin, dinleyin” dediler.
Sınıf arkadaşımız Erol Güzey ile beraber gittik. Ben takke taktım. Erol da kepini ters çevirdi. Mektepten bizden başka kimse gelmemişti. O gün hoca yoktu, Mevlid okundu. Mevlidi dinlerken ağladım. Babam yeni ölmüştü. Duygulandım.

Mevlid bitti, çıktık. Durakta beklerken önümüzden mantolu, başörtülü bir Osmanlı hanımefendisi vakarla geçti.
Birkaç gün sonra, bizden birkaç sınıf ileride İsmail Silleli Ağabeyimiz geldi. “Hüseyin Hilmi Hocamız seni evine çağırıyor” dedi.
Sonradan öğreniyorum ki, bizim önümüzden geçen o vakarlı Osmanlı hanımefendisi, Hocamın hanımları imiş. Mevlitte benim ağladığımı görmüş. Yaka numaramı almış, Hocama söylemiş. Hocam da bunun üzerine bizi eve davet etmiş. Yanıma Zeki Celep Beyi alarak gittim.
Kapıyı dokuz on yaşlarında sarışın bir oğlan çocuğu açtı. Yanında da dört beş yaşlarında küçük bir kız.

Hocamız bize çay ikram etti. Soba başında oturduk. Bize İmam-ı Rabbani hazretlerinin meşhur Mektubat kitabından okudular.
Eğer Kimya öğretmenim Hüseyin Hilmi Işık Hocamı tanımasaydım, kesin müzisyen olmuştum. Ortaokulda mandolin çalardım, 25-30 tane öğrencim vardı. Mozart’ın bestelerini ezbere bilir, öğretirdim.
Hocamız her derste beş dakika dinden bahsederdi. Talebeler dine dair sorular sorar, Hocamız da cevap verirdi.

Bir gün okul komutanı Şefik Erensu, Hüseyin Hilmi Hocama, “Albayım, beni dinlemiyorlar, sizi dinlerler. Hangi kapıyı açsam başlarında renk renk takkelerle çocuklar namaz kılıyorlar. Bir koğuşa mescit yapalım. Sağda solda namaz kılmasınlar” dedi. Bunun üzerine büyük bir koğuş mescit hâline getirildi. Hatta ben okula ilk geldiğimde nöbetçi olan Yüzbaşı Selahattin Bey de sırtında mihrabı taşıdı.

HOCAM ELİMDEN TUTTU VE…
Kuleli’yi bitirip Fen Fakültesinde tahsil görürken, uzak bir akrabamın Bankalar Caddesindeki eczanesinde çalışıyordum. İkindiyi kılıp mesaiye geliyor, geceleri de orada kalıyor, nöbet tutuyordum.
Bir gün akrabam beni çağırdı ve dedi ki, “İkindi üzeri yoğun oluyoruz. İş aksıyor. Ya namazı, ya da eczaneyi terk et.”

“Yahu namazın farzı, en çok dört dakika” dediysem de, “Olmaz” dedi. “Peki, tercihimi yapıyorum: Namaz!” dedim ve eczaneden çıktım.
Hocam Hüseyin Hilmi Efendiye gidip olayı anlattım. Çok üzüldüler ve dediler ki, “Yarın saat on ikide Yeni Caminin önünde buluşalım ve size iş arayalım.”

Ertesi gün Hocamla buluştuk.
“Kemal Atabay’a gidelim” dediler. Kimya Fakültesinden sınıf arkadaşı veya asistan idi…

Sirkeci’nin bir arka sokağına girdik. Orada Şark Ecza Deposu vardı. Hocamla ellerinde çantası, merdivenlerden çıktık. Kemal Atabay da ortağı Derman Bey ile toplantıdaymış. Hocamı görünce, “Ooo Hilmi Bey nerelerdesiniz?” diye sarıldı. Hocam da, “Bu benim oğlumdur. Kendisine iş arıyoruz” dediler.

“İlaçtan anlar mı?”
“Zaten eczanede çalışıyordu.”
“Siz bizim gazete ilanımızı mı okudunuz?”
Meğer gazeteye o gün ilan vermişler.
“İlândan haberimiz yok.”
Sonra Kemal Bey bana “Şöyle geçin” diyerek, birkaç şey yazdırdı ve “Tam aradığım elemansın. Ben bunu aldım” dedi.
Hocam, “Efendim kaç para vereceksiniz?” diye sordular.
Kemal Bey, “250 lira” dedi.
Sen misin namaz için işi terk eden; al sana hem iş, hem de iki misli maaş!
O sene (1956) Sigorta Kanunu da çıktı, beni sigortalı yaptılar. Bu sebeple 38 yaşında emekli oldum.

Ya efendim, Hocama sorduk, bu nimete kavuştuk.
Biz nerelerde, ne zorluklarla namaz kıldık. Mesela bir gün bir kazan dairesinde namaz kılmıştım. Baktım herkes bana bakıp gülüyor. Aynaya baktım ki, alnım isten kapkara olmuş. Namaz için çok sıkıntı çektiğimden, her iş yerinde insanlar rahat namaz kılsın diye mescit yaptırıyoruz.

Kaynak

Kuzuluk Dr. Enver Ören Ortaokulu törenle açıldı

İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören ‘Enver Bey, çocukların eğitimine, öğretmenlik günlerinin de özlemiyle çok kıymet verirdi’ dedi.

22 Şubat’ta aramızdan ayrılarak Hakk’a yürüyen, İhlas Holding’in ve gazetemizin kurucusu Dr. Enver Ören’in ismi, artık bir okulda yaşayacak. Sakarya Akyazı’ya bağlı Kuzuluk’ta yapımı tamamlanan Kuzuluk Dr. Enver Ören Ortaokulu, dün düzenlenen törenle eğitime açıldı. Törende konuşan İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören, Dr. Enver Ören Ortaokulu’nun açılmasının büyük anlamı olduğunu kaydederek şunları söyledi: “Enver Bey, meslek hayatına öğretmen olarak başladı. Kendisi biyoloji öğretmeniydi. Öğretmenlik mesleği biteli yıllar geçtiği halde, çocuklara karşı sevgisini ve ilgisini hep korudu. Ne zaman çocukları görse, ‘Bunlar benim dava arkadaşlarım.

Bizden sonra bu hizmetleri onlar yaşatacak’ diyordu. Bu sebeple çocukların eğitimine, o öğretmenlik günlerinin de özlemiyle çok kıymet veriyordu.”AK Parti Sakarya Milletvekili A.Sefer Üstün de Enver Ören’in Türkiye’ye büyük hizmetler yaptığının altını çizerken, “Geriye bırakacağımız en hayırlı şey de eğitimle ilgili olanlardır” dedi.

Sakarya Valisi Mustafa Büyük ise Dr. Enver Ören Ortaokulu’nun “devlet- vatandaş-öğretmen-öğrenci” işbirliğinin güzel bir örneği olduğunu ifade etti. Kuzuluk Belediye Başkanı Bilal Soykan da, “Enver Ören, onlarca okul ve cami yaptırmış birisi olarak hiçbirine kendi adını vermedi. Beldemizde de iki cami yaptırmıştır. Biz de okula ismini vererek onun ismini yaşatmak istedik. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum” diye konuştu.

Kuzuluk Dr. Enver Ören Ortaokulu törenle açıldı -İZLE-

enver-oren3
İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mücahid Ören, Vali Mustafa Büyük ve diğer davetlilerle okulu gezip öğrencilerle sohbet etti. (Fotoğraf: Arif Yaman)

enveroren4
MEHTERLİ AÇILIŞ
İki voleybol, bir basketbol, bir hentbol ve bir de mini futbol sahası bulunan okulun açılış töreninde mehter takımı da gösteri yaptı.

kuzulukokulacilis_3

Ahmet Mücahid Ören

kuzulukokulacilis_13

Vali Mustafa Büyük ve Ahmet Mücahid Ören öğrencilerle

kuzulukokulacilis_10

Kaynak

Enver Abi İle Son Cuma!..

Yazılarımı takip edenler bilirler, bir süredir Enver Abi ile yaşadıklarımı aktarıyorum.
Yaşadığımız olayların önemli bir kısmını en yakınları bile bu satırlardan öğrendi.

Meselenin bu yönü ile ilgili çok sayıda sorular aldım.
Enver Abi, yaşadığı acılar ve uğradığı zulümlerin sağlığında bilinmesini istemedi.
Kendisi de zaten kimseye bahsetmedi.
Çünkü onun aldığı terbiye bunu gerektiriyordu.
Enver Abi yaşamı boyunca bir tek kişiyi kendine örnek aldı.

O da; Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) oldu.
O’nun gibi yaşamaya, O’nun gibi yapmaya çalıştı.
Mübarek Peyfamber Efendimiz de çok büyük zulümlere uğradı, çok büyük acılar çekti.

Enver Abi bir sohbetinde; “Yeryüzünde Peygamber Efendimiz’den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha büyük acı ve sıkıntı çeken ikinci bir insan olmadı.” demişti.

Mübarek Peygamberimiz yaşadığı acı ve sıkıntılardan hiç bahis etmedi.
Hiç yakınmadı.
Bunlardan yakındığı tek bir Hadis-i Şerif bile yoktur.
Bizler mübarek peygamberimizin yaşadığı acı ve sıkıntıları Eshâb-ı Kirâm’ın anlattıkları ve yazdıklarıyla öğrendik.

Enver Abi’nin sessizliğinin ve yakınmamasının sırrı da burada.
O da benzemeye çalıştığı Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu özelliğini biliyordu.

Tıpkı O’nun yaptığı gibi yaptı…
Ben O’nun yaşadığı acı ve sıkıntılara bizzat şahit olmuş birisi olarak bunları kaleme aldım.
Gelecek nesiller Enver Abi’yi okurken bu acıları da böylece öğrenmiş olacaklar.

xxxx

Anlatacak o kadar çok konu var ki, yazmakla bitmez.
Belki bu yazdıklarımı; gelirini mudilere bırakacak bir kitaba dönüştürürüm.
Orada köşe yazılarımda kısaca geçtiğim bazı bölümleri daha geniş aktarabilirim.
Nasip İnşallah.

xxx xxxx xxxx

Dönelim konumuza.
Enver Abi’nin vefatından 6-7 ay önceydi.
Bir yaz günü Ankara’ya geldi.
Ankara’ya geldiğinde Bağlum’da yaptırdığı evinde kalıyordu.

Bağlum, bilmeyenler için belirteyim: Ankara’ya 13 kilometre uzaklıkta bir nahiye. Şimdi Keçiören’e bağlı mahalle gibi oldu.

Bağlum’u Bağlum yapan şey ise; son devrin en büyük evliya ve alimlerinden Seyyid Abdülhekim Arvasi Hazretleri’nin kabrinin burada olması.
Necip Fazıl Kısakürek’in hocası olarak bilinen Seyyid Abdülhekim Arvasi Hazretleri’nin kabrine bütün Türkiye’den ziyaretçiler gelir.
Ankara’nın ünlü siyasetçileri de zaman zaman mübarek kabrine uğrayarak dua ederler.

Enver Abi için ise Seyyid Abdülhekim Arvasi Hazretleri’nin ayrı bir yeri var:
Hocasının hocası durumunda.

Bu yüzden Bağlum’a ayrı bir sevgi ve bağlığı vardı.
Bu mübarek insana sevgisi yüzünden Ankara’nın merkezine değil, onun kabrine yakın bir yerde ev yaptırdı.

Ankara’ya geldiğinde de bu evde kalıyordu.
Özellikle sabah namazlarından sonra kabristana gidip, Seyyid Abdülhekim Arvasi Hazretleri’nin kabrinin başında saatlerce dua ediyordu.

Bizler yatağımızda uyurken Enver Abi, O mübarek kabrin başında gözyaşı dökerdi.
Kendi ifadesiyle; “Bu dünyada en çok huzur bulduğu yer” O mübarek kabrin başıydı.
Ankara’ya son gelişinde de yine Bağlum’daydı.

Enver Abi’nin geldiğini öğrenince haber beklemeye başladım.
Perşembe günü akşam saatleriydi.
Beklediğim telefon geldi:
Enver Abi seni Bağlum’a çağırıyor. Cuma namazını birlikte kılacak.
İnanılmaz sevindim.
Cuma günü Bağlum’daki eve vardığımda 100 civarında arkadaş vardı.

Öne doğru geçtim.
Enver Abi koltukta oturmuştu.
Beni görünce gülümsedi, “Kaçak gelmiş” dedi.
Selam verip hatır sordu, sohbetine devam etti.
Dikkat ettim; sohbetin ağırlık konusu ilmihal’di.
Bilmediğimiz konularda mutlaka İlmihal’e bakmamız gerektiğiydi.

Aslında bir veda konuşmasıydı.
Konuşmasında tamamen İlmihal’i işaret ediyordu.
Cuma vakti gelince sohbeti bıraktı.
İşte o anda çok büyük bir üzüntü yaşadığım olay oldu.
Enver Abi kendi başına ayağa kalkamadı.
İki arkadaş koluna girip ayağa kaldırdı.
O sahne beni derinden yaraladı.

Enver Abi’yi ilk kez o halde görmüştüm.
Belinde ağrısı olduğunu biliyordum ama yürüyemediğini bilmiyordum.
Ben Enver Abi’yi 35 yıl önce tanıdım.
İki arkadaşın kolunda ayağa kaldırılırken, ilk tanıştığım an gözümün önüne geldi.

Yerinde duramayan, heyecanlı ve hareketli Enver Abi’yi iki kişinin kolunda görmek bu yüzden beni çok etkiledi.

Yanıma geldi ve yere oturdu.
Namazını da oturduğu yerde kıldı.
Bu da beni çok üzdü.
Hayatımda ilk kez Enver Abi’yi oturarak namaz kılarken görmüştüm.

Yüzünde belindeki ağrının verdiği bir acı vardı.
O acıyı görünce üzüntüm daha da katlandı.
Namaz tamamlandığında iki arkadaşın kolunda tekrar ayağa kalktı.
Her zaman yaptığı gibi acılarını bir kenara bırakıp arkadaşlara gülümsedi.

Hepimize ayrı ayrı dua etti.
Bana işlerimin nasıl olduğunu sordu.
Öylece vedalaştık.
Meğer temelli vedalaşmışız.
Bu Enver Abi ile yüzyüze son görüşmem oldu.
Neşeyle geldiğim Bağlum’daki evinden büyük bir üzüntüyle ayrıldım.

Uzun süre Enver Abi’nin iki kişinin kolundaki hali gözümün önünden gitmedi.
Sağlığını merak etmeye başladığım için sık sık telefonla aradım.
Vefatından 3-4 ay önce de konuştum.
Yine rahatsızdı.

Hastaneye yattığı günden vefatına kadar, günde 3-4 kez yanındakileri arayıp sağlığı hakkında bilgi aldım.
Ta ki; vefat haberi gelene kadar…
O sıkıntılı günler başlı başına bir yazı konusu.

xxxxxx

Enver Abi’nin iki kişinin kolundaki hali uzun süre aklımdan çıkmadı.
O görüntüyü hayatımın en acı sahnesi sandım.
Yanılmışım.

Meğer daha da acısı varmış.
Onu da; ilk Enver Abi yazımdan sonra öğrendim.
Enver Abi ile ilgili yazılara başladığım günlerdi.
Yazımdan sonra bir arkadaş aradı.
Kendisi Enver Abi’nin Bağlum’daki evinde güvenlik görevlisi olarak çalışıyor.
Abi” dedi :

Yazında Enver Abi’nin geceleri gözyaşı döktüğünü yazmışsın. Ben bunun şahidiyim. Enver Abi buraya her geldiğinde kimseye belli etmeden sabahlara kadar ağlıyordu. Biz niye ağladığını bilmiyorduk. O gözyaşlarının nedenini senin yazınla öğrenmiş olduk.
Kendisine Enver Abi’nin sabaha kadar ağladığını nerden bildiğini sordum.

O da; “Burada kaldığı süre boyunca her gece sabah namazına kadar çalışma odasında kaldı. Namazını kılıp yattı. Biz Enver Abi’yi çalışıyor sanıyorduk. Meğerse O, ağlıyormuş” dedi.
Nasıl yani” dedim.
Devam etti:

Abi, biz zaman zaman etrafı dolaşıp kontrol ederiz. Çalışma odasının yanından geçerken hıçkırık sesleri duydum. Enver Abi’nin sesiydi. Bir mana veremedim.
Sabah namazını kılıp odasına çekildiğinde ben de çalışma odasını temizlemek için içeriye girdim. Belki erken kalkar da çalışması gerekir diye odayı temizledim.

Masasının altında bir çöp kovası var. Onu boşaltırken şaşırıp kaldım.
Akşam boş bıraktığımız çöp kovası ağzına kadar ıslak kağıt mendille dolmuştu
Dondum kaldım.

Bir kova dolusu gözyaşıyla ıslanmış kağıt mendil.
Enver Abi
sabaha kadar ağlamış.
O gözyaşlarını da kağıt mendil ile silip silip atmış.

Arkadaşları rahat yataklarında uyurken onlar için ağlayan bir Enver Abi

Sıkıntı, acı ve çile ile geçen bir ömür.
Üstüne; uğradığı zulümler ve haksızlıklar.
Sonuç: Hıçkırıklarla bir kova dolusu gözyaşı.

Acılarla bezenmiş bir ömür, hastanede odasında bitti
Gülen adam bir kova gözyaşıyla sessizce çekip gitti

METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ

Enver Ören ve eski günler

Bu hafta siyaset yazmayacağım dostlar…
Satırlarımı Sayın Enver Ören için sakladım.
Önceki hafta kendisine Allah’tan şifa dilemiştim. Bu hafta ne yazık ki vefat haberi geldi.
Sevenlerine, yakınlarına, tüm İhlas çalışanlarına başsağlığı diliyorum.

Ben TGRT’de 3 yıl çalıştım. Kanalın kuruluş aşamasında bulundum. Ama Enver Bey ve İhlas Holding ile tanışmam TGRT ile başlamadı. Çok önceye gider…

Çocukluğum Fatih’te geçti.
Ahmet Rasim Lisesi’nin karşısında tarihi bir konak vardır: Nişancı Mehmet Paşa Konağı. O konağın yanındaki evde büyüdüm. O evin yanındaki Nişancı Mehmet Paşa İlköğretim Okulu’nda okudum.
Ardından Ahmet Rasim Ortaokulu’nda yazıldım . Fatih, Yavuzselim, Atikali ve Malta çarşılarını hala severim ve fırsat buldukça giderim.

Fatih’te İhlas Polikliniği’ne giderdik. Poliklinikteki bazı doktor odalarında rahmetli Enver Ören’in fotoğrafı asılı olurdu.
Enver Bey büyük ağabeyim Vedat Erdin’in Biyoloji öğretmenliğini de yapmıştır.

Evimize üzerinde renkli harflerle “Türkiye Gazetesi Radyo Televizyonu” yazan ses kasetleri getirirdi babam. Onları teybimize takar dini sohbetler dinlerdik. TRT’den başka kanal yoktu. Özel radyo ve TV fikri henüz uzaktaydı. Ama Enver Ören’in liderliğini yaptığı Türkiye Gazetesi evden eve abonelik sistemiyle ve ses kasetleriyle hem teknolojiyi hem de insan sıcaklığını birarada sürdürmeyi ve böylece büyümeyi başarmıştı. Kitaplığımızda “Faideli Bilgiler” dururdu.

Yani, Enver Ören ve onun şahsında İhlas camiası daha ben çocukken bizim hayatımızdaydı, yanımızdaydı. Fatih’ten komşumuzdu.

Babamlar Çanakkale Çardak’taki evlerinde hala İhlas’ın su ısıtıcısını kullanırlar. Büyük kızım Eda Türkiye Gazetesi Hastanesi’nde doğmuştur.

1991’den itibaren TGRT’de çalışmaya başladım ve üç yıl süreyle dış haberlerde görev yaptım. İHA ile beraber müthiş habercilik yaptık. TGRT dönemin en iyi teknik altyapısına sahipti.
TRT’den sonra CNN Dünya Raporu Programı’nı yapmaya başladık ve CNN’den takdir beratı aldık.

Ana haber’de Jülide Ateş ve Enver Seyitoğlu vardı.
Dış Haberler’deki arkadaşım ve kardeşim Ömer Demir ile beraber zaman zaman yurtdışından haberler geçerek büyük bir ağ kurduk.
Mustafa Köker Londra’dan, Vakur Kaya Brüksel’den, Hasan Mesut Hazar ABD’den, Tansu Sarıtaylı Paris’ten, Hasan Tekin Almanya’dan her gün düzenli ve bazen görüntülü özel haberler geçti.
Öyle ki bizim TGRT ekranlarında yayınladığımız haberler üç gün sonra ajanslara düşerdi. Özel kanallar bizi arayıp haberin görüntüsünü isterlerdi.

O dönem Türkiye’nin bir haber kanalı açması gerektiği fikrini yöneticilerimize aktardık. Bunu TGRT yapabilirdi çünkü kimsede olmayan İHA gibi bir ajansı ve Türkiye’nin dört bir yanında muhabirleri vardı. Ama ilk adımı Cavit Çağlar attı ve NTV’yi kurdu. 1993’te ben de NTV adına Cem Aydın’dan gelen teklifi kabul ettim ve yeni adresime gittim.

TGRT’de büyük bir yaprak dökümü oldu. İhlas grubu maddi zorluklar içine girdi. Enver Bey’in iyi niyetini, her daim gülen yüzünü istismar eden bazı art niyetlilerin katkısıyla grup zor günler yaşadı.

İhlas Finans kapanma noktasına geldi ve mudilerine para ödeyemedi. 28 Şubat süreci de üzerine tuz biber ekti. Darbecilerin elindeki listede Türkiye Gazetesi ve TGRT de vardı.
Gerisini Mehmet Barlas şöyle yazmış Sabah’taki köşesinde:
“Enver Bey odama geldi ve ‘Mehmet Ağabey generaller beni Ankara’ya çağırdı ve senin yorumlarını bitirmemi istediler. Aksi takdirde beni batıracaklarını söylüyorlar. Ne yapalım ?’ Ben üzülmemesini söyledim ve hemen istifamı verdim.”

Darbeci generaller toplumu sözümona hizaya sokmaya çalışıyorlardı. Enver Bey’i de Ankara’ya çağırmışlar ve ellerindeki sakıncalılar listesini okumuşlardı.
Türkiye devlet içinde devlet olan birileri tarafından sözde bir demokrasiyle yönetiliyordu.
Vesayet ülkesi tam da buydu. Bir kısım medya, bu vesayetin gönüllü parçasıydı. Enver Ören hiçbir zaman vesayet medyasının parçası olmadı.

Bir anı daha.. Bu kez Nuri Elibol’dan:
“Türkiye Gazetesinde göreve başladığımda 28 Şubat sürecinin uygulamaları bütün ağırlığıyla muhafazakâr camia üzerinde devam ediyordu. 28 Şubat sürecinde İhlas Holding de “kara liste”ye alınan firmalardan biriydi. O günlerde bir vesile ile karşılaştığım dönemin Genelkurmay Başkanı, “Enver Bey’e selam söyle, O Türkiye Gazetesinin içerisinde irticai yayınların yapıldığı iki sayfa var. O iki sayfayı kaldırsın. Bu iki sayfadaki yayınlarınız bizi üzüyor” demişti.

Ben de bu görüşmeyi aktarmak üzere İstanbul’a giderek Enver Abi’ye yüz yüze aktardım. Enver Abi bana, “Paşama selam söyle. Bizim için devletimiz ve ordumuz çok önemlidir. Biz devletimizle ve ordumuzla kavga etmeyiz. Biz o iki sayfayı yayınlamakla dinimizi insanlarımıza öğretmeye çalışıyoruz. Bunun dışında bir hedefimiz yok. Biz bu gazeteyi de bu iki sayfa hatırına çıkarıyoruz. O iki sayfayı kaldırmaktansa gazeteyi kapatmak daha iyi. Eğer bizden rahatsızlarsa gazeteyi kapatalım” diye cevap vermişti.

Maddi zorlukların Enver Bey’i çok üzdüğünü biliyorum. Parası kalan vatandaşların son kuruşuna kadar hakkını alabilmesi için didindiğine eminim. Bunu başardı da. TGRT’yi Amerikalı Fox grubuna satarak maddi sıkıntıları aştı ama televizyonda TGRT Haber adıyla varolmaya devam etti.

Türkiye Gazetesi yoluna sarsılmadan devam etti. Bugün de Nuh Albayrak kaptanlığında çok iyi bir gazete oldu.
Başından sonuna kadar Enver Bey’in medya grubu (Fox’a satılan bölümü hariç) el değiştirmedi. Enver Ören’den sonra da oğlu Mücahit Ören, grubun bu özelliğini koruyacaktır.

Her canlı gibi Enver Ören de hakka yürüdü. Sevgi, iyilik, cömertlik ve insanlık abidesi Enver Ören, Eyüp Sultan Camii’nden dualarla son yolculuğuna uğurlandı. Ören’in cenazesi, aile kabristanında, çok sevdiği hocası ve kayınpederi, büyük İslam alimi Hüseyin Hilmi Işık’ın yanına defnedildi.
Allah rahmet eylesin.
Hakkımız helal olsun.
Asıl onun hakkı var üzerimizde.
Helal etsin.

Murat Erdin

Enver Ören’e Kuzuluk’tan vefa

300x75653_enver-oren2_2  Mücahid Ören’i ziyaret eden Kuzuluk Belediye Başkanı Bilal Soykan, ‘Beldemizi dünyaya duyuran merhum Enver Ağabey’in adını orta okula vereceğiz’ dedi.

Kuzuluk Belediye Başkanı Bilal Soykan, İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören’i makamında ziyaret etti.

Soykan ziyaretinde; beldede inşa ettirdikleri okulun yapımında sona yaklaşıldığını hatırlatarak, “Aldığımız meclis kararıyla; Kuzuluk’un adını; ülkemize, hatta dünyaya duyuran, beldemize katkı ve yatırımları bulunan merhum Enver Ağabey’in adını, okula vermeyi kararlaştırdık. İnşallah 8 derslikli okulumuzun yakında açılışını yapacağız ve öğrencileriyle buluşacak” dedi. İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören ise Belediye Başkanı Bilal Soykan’ın ziyaretinden duyduğu memnuniyeti dile getirerek, “Merhum Yönetim Kurulu Başkanımız Dr. Enver Ören’in adının verildiği ortaokulun eğitime kazandırılması ve beldemize yaptığınız hizmetler için kendisine şükranlarımızı sunuyoruz” şeklinde konuştu.

M.Sırrı Önür

mucahid

İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören, sıcak ve samimi sohbetin ardından Belediye Başkanı Bilal Soykan’a bir de plaket takdim etti.

ENVER ABİ VE DEVLET BAHÇELİ

Arkadaşlar sıklıkla ‘Devlet Bahçeli’nin Enver Abi’nin vefatında niçin taziye mesajı yayınlamadığını’ soruyor.

Sorular çok olunca, bu konuya bir açıklık getirmem gerekti.
Hatırlarsanız geçtiğimiz ay Devlet Bahçeli kendisinden görüş almak isteyen bir grup gazeteciyi kovmuştu.
İstanbul’dan dönerken Bolu’da mola veren Bahçeli, kendisini takip eden gazetecilerin demeç isteğine; “Çıkın dışarı!..” diyerek, sert bir tepki verdi.

Siyasi bir liderin gazetecileri kovduğuna da böylece ilk kez şahit olmuş olduk.

Ne hikmetse medya bu kovulma olayını fazlaca büyütmedi.
Oysa Devlet Bahçeli sürekli olarak medyanın ilgisizliğinden şikayet eden bir isim.
Her söze başladığında ‘medyanın MHP’yi sevmediğini’ söyler durur.

Kusura bakma ama kovduğun medya seni niçin sevsin?
Bu son olay, Bahçeli’nin ilk vukuatı değildi.
Benzer bir tavrı da Enver Abi’ye gösterdi.
O konuya girmeden önce biraz geriye gitmek isterim;
Başbuğ Türkeş’in dönemine.

Rahmetli Türkeş ile bizim aramızda farklı bir bağ vardı.
Kendisi de Avşar’dı ben de Avşar’ım.
Türkeş Kayseri’nin Pınarbaşı’ndan.
Ben hemen yakınındaki Sarız’danım.
Hal böyle olunca bana karşı özel bir yakınlığı vardı.
Bu yüzden sık sık partiye çağırır, genel durum üzerine sohbet ederdik.

İşin doğrusu; kendisinin ve MHP’nin görüşlerinin yayınlandığı nadir kuruluşlardan biri, İhlas Grubu’nun medyasıydı.
Fırsat buldukça kendisini TGRT’deki programıma konuk ederdim.
O günlerdi…

Rahmetli Türkeş bir gün aradı.
Ben de partiye gittim.
Kısa bir hoşbeşten sonra Enver Abi’yi sordu.

Ben de kendisine anlattım.
Türkeş, Enver Abi ile uzun bir görüşme yaptığını söyledi.
Sözlerine de; “Enver Bey çok muhterem bir insan. Helal süt emmiş bir vatan evladı.” dedi.
Hayrola Başbuğ’um” dedim.
Kendisiyle sohbetimiz sırasında bir olay anlattı. Çok duygulandım” dedi.

Türkeş, “12 Eylül’den önce Enver Bey’in arkadaşları, Muhterem Kayınpederinin yazdığı dini kitapları dağıtırken zaman zaman komünistlerin taciz ve saldırısına uğramışlar. O saldırılar sırasında bizim ülkücü gençler kendilerine sahip çıkmışlar. Koruyup kollamışlar. Enver Bey bana bu olayları anlattı.” dedi.

Türkeş devam etti :

– Benim bundan haberim bile yoktu ama Enver Bey bunu hiç unutmamış. Bana, “Başbuğ’um, bizim size vefa borcumuz var. Sizin bu iyiliğinizi hiçbir zaman unutmam. O yüzden Türkiye Gazetesi ve TGRT’nin kapıları size sonuna kadar açık.” dedi.
Hakikaten Türkeş inanılmaz duygulanmıştı.

Daha sonraki bir görüşmemizde konu yine Enver Abi oldu.
Parti olarak mali sıkıntı içerisinde olduklarını anlatan Türkeş, “O sıkıntılarla uğraşırken Enver Bey aradı. Daha ben bir şey demeden MHP’nin reklamlarını gazetesinde para almadan basacağını söyledi. Çok şaşırdım” dedi.
İşte Enver Abi bu…

Arkadaşlarına yapılan bir iyiliği yıllarca unutmamış.
Böyle bir vefa insanı.
Enver Abi
’nin MHP’ye iyiliği sadece bununla da sınırlı değildi.
Pek çok ülkücü gence ne iyilikler yaptığını yakinen bilenlerdenim.
Türkeş’in vefat haberini Enver Abi’ye ben verdim.
Çok üzüldü.
Bana, “Başbuğ’un şanına uygun bir canlı yayın yapın.” dedi.
TGRT olarak Türkeş’in cenaze törenini 12 saat kesintisiz canlı yayınladık.

Bu, o yıllarda bir yayıncılık rekoruydu.
Gelelim Devlet Bahçeli meselesine.
Türkeş’in vefatından sonra MHP’nin başına Devlet Bahçeli geçti.
Bizim MHP’ye olan ilgimiz bu süreçte de devam etti.
Hatta Devlet Bahçeli’yi ilk kez ben Siyaset Vitrini programımda ağırladım.
Arkasından seçimler geldi.
MHP ikinci parti olarak hükümet ortağı oldu.
Enver Abi, “Hayırlı olsun” demek için Devlet Bahçeli’den randevu aldı.

Ben o görüşmede yoktum.
Görüşme sonrası Enver Abi, büroya oldukça canı sıkılmış olarak geldi.

Neşesi kaçmıştı.
O anda kendisine bir şey soramadım.
Sonradan öğrendim.
Enver Abi’yi yakından tanıyanlar bilir: Çok hoş sohbettir.
Konuşurken vücut dilini kullanır.
Sohbetin etkisine o kadar fazla kapılır ki, zaman zaman yanındakine eliyle dokunur.

Bu tamamen sevgi ve muhabbet dokunuşudur.
Yan yana konuşurken birkaç kez eliyle Devlet Bahçeli’nin dizine dokunmuş.

Bahçeli bu dokunuşlardan rahatsız olmuş. Yüzü asılmış.
En son dokunduğunda ise; “Enver Bey dizime dokunma!..” demiş.
İşte bu söz, odada buz gibi bir havanın esmesine neden olmuş.
Bahçeli’nin bu çıkışından sonra Enver Abi sohbeti kesip müsaade istemiş.

Şaka gibi değil mi?
İşte bu olaydan sonra Enver Abi ile Bahçeli arasındaki görüşmeler bıçak gibi kesildi.
Ankara’da her olup biteni soran Enver Abi, bana hiçbir zaman Bahçeli’yi sormadı.
Bir daha da Bahçeli ile hiçbir ortamda görüşmedi.
Bahçeli, bu olaydan dolayı sadece Enver Abi’ye değil bütün İhlas Grubu’na husumet duydu.
Halen de bu husumeti sürüyor.

O yüzden Enver Abi’nin vefatında tek satırlık taziye mesajı bile yayınlamadı.

Partisinden kimseyi de cenazeye göndermedi.
Enver Abi’nin rahmetli Türkeş’e yaptıklarını bilen ülkücüler ise cenazeye katıldı.

O yüzden Bolu’da olan olaya hiç şaşırmadım.
Dizime dokundu” diye koskoca bir medya patronunu silip atan Bahçeli’nin, 3-5 muhabiri kovmasından daha normal ne olabilir ki?
Anormal olan; Bahçeli’nin ‘medyanın ilgisizliğinden’ yakınması.

Ne demişti Enver Abi:

Kimse kimseye bir şey yapmaz. Yapan daima kendine yapar. Hayrı da şerri de.
Bahçeli
de kendine yaptı.
Dokunulmasından rahatsız oldu.
Ne de olsa onun adı ‘Devlet
Dokunulmazlığı var!..

METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ

‘Benim için Enver Ören ismi şefkat yoludur’

İhlas Holding, İhlas Yayın Holding Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Enver Ören’in vefat ettiği haberini alan sevenleri ve dostları Türkiye Hastanesi’ne akın etti. Hastaneye gelen Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, “Enver Ören ismi Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli bir isimdir” dedi.

İhlas Holding, İhlas Yayın Holding Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Enver Ören’in vefat ettiği haberini alan çok sayıda seveni Türkiye Hastanesi’ne geldi. Hastaneye gelenler arsında bulunan Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, “Enver Ören ismi Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli bir isimdir. Hayırsever bir isimdir. Binlerce öğrencimize burs vermiştir. Çok değerli müesseseler kurmuştur. Bu müesseselerde çalışan binlerce evladımız vardır, binlerce yurttaşımız vardır.

Benim de Enver ağabey ile çok uzun yıllardan beri dostluğum var. Son 15 yılda da Türkiye Hastanesi’nde olsun, müesseselerinde olsun çok güzel diyaloglar kurdum. Ve kendisinden de çok şey öğrendim. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun” diye konuştu.

Enver Ören’in bıraktığı eserlerin önemine dikkat çeken Sarıgül, “Benim için Enver Ören ismi şefkat yoludur, merhamet yoludur. Gerçekten insanlık yoludur. Binlerce öğrencimizin okumasında bursdur. Çok değerli bir isimdir. Ben inanıyorum ki Enver Ören’in bıraktığı eserler ebediyete kadar yaşayacaktır” dedi.

Kaynak

Enver Ağabey’in hatırasına onur ödülü

Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İşbirliği Cemiyeti, KKTC ile iş birliğinin gelişmesine yaptığı katkılardan dolayı merhum Enver Ören’in hatırasına ödül verdi

Ahmet Mücahid Ören adına ödülü, Avrupa Baskıları Koordinatörümüz Ali İbrahimoğlu, Cemiyet Başkanı Rüşat Aydoğan ve KKTC İstanbul Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi Sevgi Gürpınar’dan aldı.

Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İşbirliği Cemiyeti, KKTC ile iş birliğinin gelişmesine katkıda bulunan merhum Enver Ören’e onur ödülü verdi. Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İşbirliği Derneği’nin Kağıthane Kültür Merkezi’nde düzenlediği organizasyon büyük ilgi gördü. Törene, AK Parti milletvekili Fatih Han Ünal’ın yanı sıra Kıbrıs gazileri, akademisyenler ve sivil toplum kuruluşları katıldı. Dernek Başkanı Rüşat Aydoğan, “KKTC’nin devlet olarak tanınması için demokratik mücadelemize devam ediyoruz. Sivil toplum kuruluşu olarak Türk tarafının haklılığını haykırmaya devam edeceğiz” diye konuştu. Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İşbirliği Derneği; İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulunan merhum Enver Ören’in hatırasına İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören’e “onur ödülü” verildi.

Türkiye Gazetesi ( 23 Nisan 2013 Salı )

Enver Ağabey’e Medya Onur Ödülü

“2012’nin En İyi İletişimcileri” ödül töreninde, gazetemizin kurucusu Enver Ören Ağabey, “Medya Onur Ödülü”ne layık görüldü.

Yeni Yüzyıl Üniversitesi tarafından 3054 öğrenci arasında yapılan anketle belirlenen ‘Yeni Yüzyılın İletişim Ödülleri 2012’ dün düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Bu sene ilki gerçekleştirilen ödül töreninde Üniversite Konseyi ve Mütevelli Heyeti tarafından “Medya Onur Ödülü”ne İhlas Holding ve gazetemizin kurucusu Merhum Enver Ören Ağabey layık görüldü. Üniversitenin Alev Ofluoğlu Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen törende konuşan Rektör Prof. Dr. Hüseyin Gündüz, bu çağın iletişim çağı olduğunu belirterek, “Benim telefonla tanışmam okul yıllarımda oldu. İlk olarak annemi aramıştım. Ama şimdiki nesiller çok farklı iletişim araçlarına sahip. İleride daha farklı araçlar kullanacağız” dedi.

ONA ÇOK ŞEY BORÇLUYUM
Mütevelli Heyeti Başkan Vekili Ekrem Çalkılıç ise, 22 yıl önce iletişim sektörüne atıldığını ve kendisini bu sektörün şanslı bireyleri arasında gördüğünü kaydetti. Çalkılıç, “Biz Merhum Enver Ören Ağabey’in yanında çalışmaya başladık. Merhum Birand gibi ustalarla aynı dönemi yaşadık. Şimdiki nesillerin bu şansı yakalaması için çok çalışması gerek. Ben Enver Ağabey’e çok şey borçluyum. Bu ödülleri biz vermiyoruz. Onlar layık olduğu için alıyorlar “ diye konuştu. Konuşmaların ardından Yeni Yüzyıl Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Dr. Azmi Ofluoğlu, Enver Ağabey’in ödülünü İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören’e verdi. Enver Ağabey’in yakın dostlarından olan Dr. Ofluoğlu, ”Bugün benim için çok gururlu ancak bir o kadar da buruk bir gün “ diyerek duygulu anlar yaşadı.
İhlas Gazetecilik A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Yayın Yönetmeniz Nuh Albayrak’ın da katıldığı törende, diğer ödül sahiplerine de ödülleri takdim edildi.

dsd30ezy‘Yeni Yüzyılın İletişim Ödülleri 2012’ töreni, Alev Ofluoğlu Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. 

odulmedya

AHMET MÜCAHİD ÖREN, BABASINI ANLATTI: ” İNSANLARA FAYDALI OLMAK İÇİN ÇALIŞTI.”
Ödül töreninde kısa bir konuşma yapan Ahmet Mücahid Ören, “Kıymetli Enver Bey’in vefatının hemen akabinde verilen bu ödülü çok anlamlı buluyorum” dedi. Yeni Yüzyıl Üniversitesi yönetimine ve öğrencilerine teşekkür eden Ahmet Mücahid Ören, “Enver Bey hayatı boyunca ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ Hadis-i Şerif’ini düstur edindi ve sözlerin en kıymetlisinin emrettiği gibi yaşayıp hizmet etti”diye konuştu. Enver Bey’i anlatmak için ne kelimelerin ne de zamanın yetmeyeceğini ifade eden Ahmet Mücahid Ören sözlerini şöyle sürdürdü: “Enver Bey’i anlatan geniş bir çalışma yapıyoruz. İnşallah ileride hatıralarının olduğu bir eser çıkaracağız. Onun kısa bir hatırasını da burada sizinle paylaşayım. Toplum pek bilmez, kendisi bu salonların çok yabancısı değildi. Çünkü o biyoloji öğretmeniydi. Her türlü anarşinin kol gezdiği bir dönemde okullar karışık, sınıflar gürültüden geçilmiyor. Sadece Enver Bey’in sınıfında çıt çıkmıyor. İnsanlar merak ediyor ve soruyorlar; ‘Sen nasıl yapıyorsun?’ diye… O da ‘Ben sene başında öğrencileri toplarım. ‘Herkese benden 5’ derim. ‘Hepiniz sene başında sınıfınızı geçtiniz. Bundan sonra anlatacaklarımı Allah rızası için dinlerseniz size hayatınızda faydalı olur’ diyorum. Gerisi malum. Sonradan gazetecilik, televizyonculuk birçok alanda ilkleri yaşattı. Kendisini minnetle anıyoruz, ona layık olmaya çalışacağız.”

İSTANBUL

Türkiye Gazetesi ( 14 Mart 2013 Perşembe – 07:31 )

Turgut Özal’a Hadis-i Şerifle Nasihat

Son yazımı başlığı, ‘Tayyip Erdoğan dostunu düşmanını iyi tanımalı”şeklindeydi.

Aslında o yazının özeti bir Hadis-iŞerif’e dayanıyordu.
Onu da Enver Abi’den öğrendik.

Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu günlerdi. Özal beklenmedik bir şekilde partinin başına Mesut Yılmaz’ıgetirmişti. Özal sayesinde Başbakan olan Mesut Yılmaz’ın ilk işi de, Özal’la selamı sabahı kesmek olmuştu.
O günlerde Özal Köşk’te bir yemek verdi.
Yemeğe Enver Abi de davetliydi.

Özal ve Enver Abi aynı masada oturuyordu.
Özal’ın keyifsiz ve canını sıkkın gören Enver Abi kendisine dönüp, “Boş yere üzülme, senin durumunun dinimizde yeri var” dedi.
Özal bu söze çok şaşırdı.

Nerede yazıyor?” diye sordu.
Enver Abi, “Senin halini anlatan bir Hadis-i Şerif var. Hadis-i Şerifte buyruluyor ki: BİR KİŞİ HAK ETMEYEN BİR KİŞİYE İYİLİK YAPARSA, KARŞILIĞINDA MUTLAK KÖTÜLÜK GÖRÜR” dedi.
Özal bu Hadis-i Şerif’i çok beğendi.

Buradaki ‘Mutlak’ vurgusuna özellikle dikkatinizi çekerim. ‘Kötülük görür’ denilmiyor. “Mutlak kötülük görür” deniliyor. Yani kaçınılmaz bir sonuç.
Özal’ı, Erdoğan’ıbir kenara bırakırsak zaten bu Hadis-i Şerif, bizlerin de yaşamlarımızda başımıza gelen pek çok şeyi anlatıyor.
Hadis’in bir de devamı var :

KÖTÜYE YAPILAN İYİLİK,İYİYE YAPILAN KÖTÜLÜKTÜR

Metin Özer / Habervitrini.com

17 Haziran 2013 Pazartesi

ENVER ABİ’NİN HUZURUNU BOZAN SÖZLER

Yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır.
28 Şubat cuntasının ve onun kuklası iktidarların İhlas Finans’ı nasıl batırdıklarını.

Bu operasyon için Enver Abi’nin doğum gününün niçin seçildiğini, goygoycuların nasıl çalıştıklarını ilk kez bu satırlardan öğrendiniz.
Enver Abi’yi tutuklama girişimini, 500 sayfalık bir raporu ele geçirerek nasıl bertaraf ettiğimizi de ilk kez benden duydunuz.

TGRT’nin nasıl teslim alındığını, bunun için yapılan pazarlıkları da yine buradan okudunuz.

Enver Abi, Türkiye Gazetesi’nin orta sayfasını kurtarmak için TGRT’yi feda etti.
İddia ediyorum!..
28 Şubat’ta fiilen el konulan tek kuruluş TGRT’dir.
Bazı arkadaşlar günümüzün moda sloganından yola çıkarak, “niçin direnilmediğini” soruyor.

O zamanlar “Diren Gezi Parkı” gibi sloganlar olmadığı için, günümüzü o günler ile kıyaslıyorlar.

O tarihte bugünkü gibi direnilecek hal mi vardı?
Enver Abi, buna rağmen sonuna kadar direndi.
O direnci olmasaydı bugün İhlas Holding olmayacaktı.
Bunu yaparken de inanın yanında sağ kesimden tek bir grup ve güç yoktu.
Tek başına müthiş bir ilmi siyaset ile kuşatmadan sağ salim çıkmayı başardı.
İhlas’ı kurtarırken maalesef kendisini feda etti.
Diren” diyenlere bir olay aktaracağım.

Yine 28 Şubat süreciydi.
Yeni RTÜK başkanı seçilmişti.
Başkanlığı Refah Partisi kontenjanından üye olarak seçilen bir arkadaş gelmişti.

RTÜK Başkanı, Refah Partili idi anlayacağınız.
Zahid Akman’dan önceki başkandı.
Enver Abi kendisinden randevu aldı.
Enver Abi, Ali Baransel, Bekir Hazar ve ben RTÜK’e gittik.
Randevu saatinde içeriye girdik.
Girmez olaydık.

O RTÜK Başkanı hoş geldiniz bile demeden, “Huzura Doğru programı kalkacak” dedi.
Hepimiz şok olduk.

Özellikle Enver Abi büyük şaşkınlık yaşadı.
Bunu bir Refah Partilinin ağzından duymak hepimizi derinden yaraladı.
Arkasından kurul üyeleri ile bizi toplantıya aldılar.
Yani orada da 4 Refah Partili üye vardı.

O toplantıda konuşulan tek konu ‘Huzura Doğru’ programıydı.
Üyelerin tamamı bu programın derhal yayından kaldırılmasını istedi.
Enver Abi’nin müthiş canı sıkılmıştı.

Enver Abi; İnsanlara dininin anlatılmasına, Mübarek Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi Vessalam) sözlerinin aktarılmasına ve evliyaların hayatlarının ekrana getirilmesine, niçin bu kadar düşmanlık edildiğini bir türlü anlayamadı.
Bu milletin ahlakını bozan yüzlerce programa sessiz kalanlar, kafayı ‘Huzura Doğru’ programına taktı.

Huzura Doğru yüzünden Enver Abi’nin bütün huzurunu bozdular.
Buradan bir acı olayı daha hatırlatayım.
Biliyorsunuz TGRT ile ilgili Enver Abi’ye yüzlerce iftira atıldı.
TGRT kağıt üzerinde kendinin gözükse de, fiilen kendisinin değildi.
Bunu da en iyi bilenler RTÜK üyeleriydi.

Özellikle orada Refah Partisi kontenjanından bulunan üyelerdi.
O iftiralar havada uçuşurken bunların asker korkusundan bile gıkı çıkmadı.
Çıkmadığı gibi, bazıları ekranlara çıkıp Enver Abi’yi eleştirdi.
Bir yanda 28 Şubat cuntası,diğer yanda onların hükümeti, başka tarafta Yahudi lobisi ve cuntaya çalışan sözde sağcı görevliler.

Fatih-Karaca

Tam bir ateş çemberi.
Böyle bir çemberin ortasında da Enver Abi.
Bu hain kuşatmada kendinizi düşünün.
Baskı, tehdit ve zulüm dayanılacak gibi değil.
O fırtınada İhlas gemisini kurtarmaya çalışıyorsun.
Enver Abi’nin çilelerini yazarken işte bunları anlatıyorum.
Emin olun yazdıklarım, yaşadıklarımın yüzde 20’si bile değil.
Yazamadıklarımda çok daha fazla acı ve gözyaşı var.
Benim şahit olduklarım ve bildiklerim, Enver Abi’nin başına gelenlerin yüzde 10’u bile etmez.

Bu hesaba bakarak; Enver Abi’nin gördüğü zulmü siz hesaplayın.
Peki bu zulüm ortamında Enver Abi ne yaptı?
Sadece Allahü Teala’ya sığındı.
Sürekli dua etti.

Yaşadığı acı ve uğradığı zulümleri en yakınlarına bile hissettirmedi.
Arkadaşlarının üzülmemesi için hep güldü.
İnanın her gece ağladı ama kimseye göstermedi.
Kendisine yapılan iftiralara bile sesini çıkarmadı.
Hatta, “Allah ıslah etsin” diye onlara dua etti.
Bir gün bile başına gelenlerden şikayetçi olmadı.
Çünkü Enver Abi; bu dünyada huzur ve rahat olmadığını en baştan kabul etmişti.

Peki kendisine bu zulmü yapanlara ne yaptı?
Emin olun hiçbir fenalık yapmadı.
Hatta onların da kurtulması için bol bol dua etti.
Düşmanları ile bile görüşmelerini kesmedi.
Onlara hep doğruyu anlattı.
Enver Abi, Mevlana Celalleddin’i Rumi’nin ünlü sözünü kendisine rehber edinmişti:

Gel, gel, gel.
Her ne isen gene gel.
Kafir de olsan, putperest de olsan gene gel.
Bu dergah ümitsizlik kapısı değildir.
Yüz sefer tövbeni bozsan da yine gel, gel, gel.

İşte bu sözden yola çıkan Enver Abi, yaşadıklarına küsüp köşesine çekilmek yerine, insanlara doğruları anlatmaya devam etti.
28 Şubat cuntasıyla yaptığı toplantılarda büyüklerin hayatlarından örnekler verdi.

Demirel’den Mesut Yılmaz’a, Çiller’den Bahçeli’ye kadar bütün siyasetçilere dinimizi anlattı.

TGRT’nin sanatçılarına bile her fırsatta evliyaların hayatlarını aktardı.
O günlerde türkücü İbrahim Tatlıses gazetelere:
Enver Ören çok mübarek bir insan. O bize doğruyu gösteriyor ama bizler şeytan olmuşuz”şeklinde demeç vermişti.
Tatlıses’in dediği gibi; kimisi dinledi, kimisi dinlemedi.
Enver Abi’ye bu konuyu sordum :

-Efendim, herkese dinimizi anlatıyorsunuz. Geri dönüş oluyor mu?
Enver Abi, “Bak kardeşim. Bizim işimiz doğruyu anlatmak. Doğruyu anlattığımız anda görevimiz biter. Ondan sonrası nasip meselesi. O da bizi aşar Allahü Teala’nın alanına girer. Biz oraya karışamayız. Bu yüzden anlatacağız ama baskı yapmayacağız” dedi.
Bunu kendisine ilke edinen Enver Abi, yaşamı boyunca rastladığı herkese doğruları anlattı.

Hala Enver Abi’nin yanlış yaptığını düşünen var ise yukarıdaki cümleyi bir kez daha okusun.

Ömrünü doğruyu anlatmaya adamış bir insan, doğruluktan ayrılır mı?
Enver Abi’nin vefatına, sevenleri çok ama çok üzüldüler.
Onların bir kısmında bir umutsuzluk havası gözlemliyorum.
O arkadaşlara bir çift sözüm var.
O sözü de Enver Abi’den işittik.

Enver Abi bir sohbetinde; “ Büyükler hayatta iken kınındaki kılıç gibidir. Emri hak vaki olup ruh vücuttan çıktığında, kılıç da kınından çıkar. Kılıç kınından çıktığı için, o büyüklerin tasarrufu daha müessir olur. Yani tesirli olur. O tesirin derecesi, kıyamete kadar her gün artarak devam eder” dedi.

Enver Abi bu sözleri, Mübarek Kayınpederi Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri’nin sözleri olarak bize aktarmıştı.

Enver Abi’nin aramızdan temelli ayrıldığını sananlar, bu sözü tekrar tekrar okusun.
Halis kalp ile bakan bu kılıcı görür.

Kör olup görmeyenlere keskin kılıç neylesin.
Allahü Teala bizi bunu görenlerden eylesin.

METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ

02 Temmuz 2013 Salı

Not: Yazıda bahsedilen Zahid Akman dan önceki Rtük başkanı Fatih Karaca dır.  Sayfa da fotoğrafı gözüken kişidir. Biyografisi hakkında bilgi almak için tıklayınız.

BİR İFTİRACIYA CEVABIMDIR!…

Birkaç gündür evde hasta yatıyordum.
Arkadaşlar aradılar.
Sebahattin Önkibar senin ile ilgili yazı yazmış” dediler.

Zaten bekliyordum. Sürpriz olmadı.
Çünkü o sadece Enver Abi’ye değil, onu övenlere de saldırmayı kendisine vazife edinmiş birisi.

Biliyorsunuz bir süredir Enver Abi’yi yazıyorum.

Benim Enver Abi’yi övmem, Sebahattin’in kimyasını bozmuş.
İnanın Enver Abi’nin bu adama 1000 iyiliği var, 1 kötülüğü yok.

Buna rağmen iflah olmaz bir Enver Abi düşmanı kesildi.
Bu güzel insanın adını duyunca, tüyleri diken diken oluyor.
Yıllarca ekmeğini yediği Enver Abi’ye akla hayale gelmedik iftiralar atıyor.

Yazısının daha giriş kısmını okuyunca; gelen kötü kokulardan burnumun direği sızladı.

İnternete ilk gün yazısının devamını koymamışlar.

Çalıştığı gazeteyi de almak içimden gelmedi. O gazeteye paramın nasip olmasını istemedim. Birkaç gün sonra yazısının tamamını koydular da bu sayede beleşten okuma imkanım oldu.

Hay okumaz olaydım. Her satırı yalan ve iftira.

Şimdi buna bir cevap vermek vacip oldu.
Bir cevap vermesem bu kez de kaleme sarılacak, “Bakın gördünüz mü? Cevap bile veremedi” deyip kendinin bile inanmadığı yalanlarını gerçek gibi gösterecek.

Kusura bakmasın ama kendisine okkalı bir cevabım olacak.
Yazısında diyor ki; “Enver Ören’in sağlığında konuşamayanlar şimdi hayali hikayeler anlatıyor
Yani, bana işaret ediyor.
Bu ifadesinden yazılarımı anlamadığı sonucu çıkıyor.

Anlamış olsaydı, “Ben bu yazıları Enver Abi’nin sağlığında kaleme almadım. Çünkü Enver Abi benim büyüğümdü. Bizim aldığımız terbiyede büyüklerin yanında küçüklere susmak düşer. Büyüklerin yanında küçüklerin konuşması edepsizlik olurdu. O yüzden o tarihte yazmadım” cümleme dikkat ederdi.

Gerçi Sebahattin için ‘edep’ Fransızca bir kelime olduğu için, buradaki inceliği anlamamış olması da normal.
mozer1

xxxxx
Enver Abi’nin sağlığında susma meselesine biraz takıldım.
Sebahattin!..

Sen 2001 yılında Türkiye Gazetesi’nden ayrıldın.

Bugün yazdığın konular, gazetede çalıştığın dönemde olmuştu.
O tarihte bunları niçin kaleme almadın?

İhlas’tan tıkır tıkır maaş aldığın günlerde bunları niçin yazmadın ?
O günlerde her fırsatta saygılar sunduğun Enver Abi iyiydi de, sen ayrılınca mı kötü oldu?

O günlerde susan sen, şimdi niye bülbül kesildin?
Benim susmam EDEPTEN, senin susman CEPTEN oldu.
Çünkü ben Enver Abi’ye cepten değil, kalpten bağlıyım.

Sebahattin, sen uyanık adamsın.

Para aldığın yere saldırman, bindiğin dalı kesmek olurdu.
O yüzden Türkiye Gazetesi’nde çalışırken bunlardan tek kelime bile bahsetmedin.

Benim hayali hikayeler anlattığımı yazmışsın.
O yazdıklarımın tamamı Enver Abi ile aramızda geçen konuşmalar.
Sen; ne odada vardın, ne de telefonda.

Bulunmadığın bir ortamda, konuşulanların hayali olduğunu nerden çıkardın?
Sen o sıralarda Çevik Bir ile konuşurken, ben Enver Abi ile konuşuyordum.
İhlas’ta olup bitenleri yetiştirmekten, Enver Abi’yi dinlemeye vaktin mi vardı?

xxxxx
Yazında diyorsun ki :

Birinci yalan, Yalçın Özer’in Çevik Bir tarafından işten kovdurulduğudur. Yalçın Özer’i Enver Bey kovmuş, nedeni ise İhlas içinde kendine tezgâh kuran “Ordudan Atılan Subay Abiler Çetesi” ile işbirliği yapmasındandır. Tersi olsaydı Yalçın Özer 28 Şubat’tan öldüğü güne kadar yani tam 5 yıl içinde geriye döner ve Türkiye Gazetesi’nde yeniden yazmaya devam ederdi. Oysa Enver Ören onca yakarmalara ve aracılara rağmen böyle bir şeye hiç bir zaman evet dememiş ve Yalçın Özer’i tümden silmiştir.

Allahü Teala kuru iftiradan korusun.
İnşallah ilkokuldaki matematik hocan bu yazını okumamıştır.
Eğer okuduysa adamcağız kafasını duvarlara vuruyordur.
Basit bir toplama işlemini bile yapamamışsın.
Rahmetli Yalçın Abim
, nerde 5 yıl boşta kalmış?
Bak sana bir tarih ve matematik dersi vereyim:
Refah- Yol hükümeti, 28 Haziran 1996-30 Haziran 1997 tarihleri arasında iktidarda kaldı.

Arkasından cuntanın iki ayrı hükümeti kuruldu : ANASOL-D ve ANASOL–M hükümeti.
Rahmetli Abim, Anasol –D iktidarının işbaşında olduğu günlerde yazılarını sürdürüyordu.
1998 yılının ortasına kadar da yazdı.
Arkasından cuntanın baskısıyla yazarlığı bıraktı. Nasıl bıraktığını ayrıntılarıyla anlattım.

Güzel abimi 2001 yılının başında kaybettik.
Yazarlığı bırakmasıyla vefatı arasında sadece 2.5 yıl var.
Senin işkembeden attığın gibi 5 yıl yok.
Ayrıca vefat ettiğinde 28 Şubat cuntasının ikinci iktidarı işbaşındaydı.
28 Şubat bitmemişti yani.

Maalesef 28 Şubat’ı bitiren AK Parti iktidarını görmeye ömrü yetmedi.
Sen 28 Şubat’ı 5 senede bitirivermişsin.
Paşaların İnşallah bunu okumamıştır.
Onlar; 28 Şubat’ın 1000 yıl süreceğini söylüyordu.
Senin 5 yılda bitirmiş olmana bozulabilirler, biraz dikkat lütfen.
Bu basit hesabı bile yapmaktan acizsin.
Sallayıp duruyorsun.

Abimin gazeteden nasıl ayrıldığını benden iyi bilecek değilsin.
Temcit pilavı gibi, bilmediğin bu konuyu ikide bir ısıtıp ısıtıp, yalan ve dolanla Enver Abi’ye saldırmaktan vazgeç.
Sana ne yav benim abimden.
O mübarek abimin adını, ağzına bile alma sakın.

Abimi, kimlere ihbar ettiğini de biliyorum.
Yalçın, Yalçın seni bu binadan sileceğim” naralarını hiç unutmadım.
Şimdi çıkmış aklın sıra abimin üzerinden Enver Abi’ye saldırıyorsun.
Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın.

xxxxxx
Yeni Çağ’daki köşende şunları yazdın:
– 28 Şubat bitti. Yalçın Özer tekrar yazı yazmak için araya bir sürü insan soktu. Bir gün Enver Ören, Ali Baransel, Kenan Akın ve Yalçın Özer birlikte oturuyoruz. Yalçın Özer;Efendim, 28 Şubat bitti. Artık ben yazılarıma dönsem” dedi.

Enver Ören kahkaha attı. “Yalçın senin için yazarlık bitti. “dedi.
Yalçın Özer, “İyi de efendim ben geçimimi nasıl sağlayayım?” dedi.
Enver Ören, “Yav sen doktor değil misin? Git doktorluk yap” dedi.
Bunun üzerine Yalçın Özer, “Efendim, doktorluk yıllar önceydi. Bende o bilgiler kalmadı” dedi.

Enver Ören de, “Yav ne olacak, gelene gidene birer aspirin yazarsın olur biter” dedi. Yalçın Özer bunun üzerine ağlayarak odadan çıkıp lavaboya gitti.
Yalçın Özer’i Çevik Bir değil, Enver Ören Kovdu…

Yav sen ne utanmaz bir adamsın.
Bunları yazarken hiç mi vicdanın sızlamadı.
Bu hayali toplantıyı yazarak aklın sıra bir taşla 3 kuş vurmaya kalkışmışsın.
Ama fena halde çuvalladın.
28 Şubat belası o tarihte değil AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında bitti.
İlk olarak; Enver Abi’yi yanındakileri bozuk para gibi harcayan bir insan durumuna düşürmeye çalıştın.
Utan, Utan.

Senin elinle getirdiğin Demirel’in mektubunda, benim ivedilikle işten atılmam isteniyordu. Enver Abi’nin beni kurtarmak için nasıl çırpındığını kendi gözlerinle gördün. Demirel’e direnirken sen de odadaydın.
Böyle mübarek bir insana bu iftirayı nasıl atabiliyorsun?
İkincisi; rahmetli abimi, çocuklar gibi ağlayan birisi gibi göstermeye kalkıştın.

Yuh olsun sana…
Son olarak da yoldaşın olan cuntacıları işin içinden sıyırmak için abimin Enver Abi tarafından kovulduğunu yazıyorsun.
Bu arkadaş kimsenin kendine inanmadığını biliyor olmalı ki, yazılarında sürekli şahitler gösteriyor.
Şahit gösterdiklerinden biri de Ali Baransel.
Ali Baransel’i aradım.
Bunun yukarıdaki yazısını okudum.
Ali Abi dondu kaldı.
İnanamadı.

Ali Baransel, “Bunca yıl medyanın bürokrasinin içerisinde oldum. Böyle bir olay böyle bir yalan görmedim. Ben yemin etmeyi sevmem ama vallahi de billahi de böyle bir toplantı olmadı. Ben orda adını verdikleri ile zaten hiç bir araya gelmedim. Enver Bey’in de ağzından böyle bir söz işitmedim” dedi.
Baransel devam etti :

-Bak sana bir şey anlatayım. Abinle ilgili. Bir gün Enver Bey TGRT’ye yanıma geldi. Canı sıkkındı. Benimle biraz dertleşti. Orda bir takım konuları anlatırken, “Ali Bey, hayatımdaki en büyük üzüntülerden biri Yalçın oldu. Çok iyi bir kalemi vardı. 28 Şubat’ta yazı yazmaması için ne baskılar, ne tehditler yaptılar. Başına bir şey gelmesin diye yazılarını bıraktırmak zorunda kaldık” dedi. Enver Bey hakikaten abini çok seviyordu. Bunun şahiti benim. Böyle bir insanın abin hakkında bırak benim yanımda benim olmadığım bir ortamda da bu sözleri söylemesi mümkün değil.

xxxxxx
Eğer bu hikayeyi ayık kafayla yazdıysan durumun gerçekten vahim.
Çünkü halüsinasyon görüyorsun anlamı çıkar ki bu da tedaviye muhtaç bir durum.
Hadi bakalım.
Ben şimdi buna ne diyeyim?
Yazdıklarının tamamı yalan dolan.
Böyle bir toplantı hiç olmamış. Böyle bir konuşma hiç olmamış.
Hem de bunu şahit gösterdiği söylüyor.
Bu arada yeri gelmişken çeşitli haber siteleri bu yalan dolan yazıyı alıp haber yaptılar.

Haber sitelerinin dışında Fehmi Koru da bu yalanı alıntı yaparak köşesine taşıdı.
Hepsine teessüflerimi bildiriyorum.
Onlar da bu yalana ortak oldular.

xxxxxxx
Sebahattin ile pek birbirimizden hoşlanmasak da 10 yıl aynı binada çalıştık.
Yazıyı yazarken eski günler gözümün önüne geldi.
Bizleri başına toplar komünistleri nasıl hacamat ettiğini anlatırdı.
Önüne kattığı devrimcileri çil yavrusu gibi dağıtıp, perişan ettiğini söylerdi.
Şimdi unuttum tam ayrıntılarını.

Madem geçmişteki olayları yazıyor.
Aydınlık Gazetesi’ndeki köşesinde komünistlere neler yaptığını anlatsa da, tekrar hatırlasak o günlerini…
Ama Sebahattin uyanık adamdır. Bindiği dalı kesmez.
Ancak Aydınlık’tan ayrıldığı zaman belki yazar.
Tıpkı Enver Abi’yi yazdığı gibi..

xxxxx
Hatıralar deyince gözümün önüne başka bir hatırası geldi.
Sebahattin hatırlar mısın?
Bir gün Enver Abi binaya gelmişti. “Çocuklar namaz kılayım” dedi. Mescide indi. İkimiz de arkasından koştuk. Beyaz takkelerimizi çıkartıp Enver Abi ile saf tuttuk.

Senin çok güzel işlemeli bir beyaz takken vardı.
Bilmem hala duruyor mu?
İhlas gömleğini çıkartıp attığın gibi onu da atmamışsındır İnşallah.
TEKKEDEN oldun da TAKKEDEN olma bari.

xxxx
Şimdi geleyim benim ile ilgili yalan dolanlarına..
Enver Abi’nin beni defettiğini yazmışsın.
Peki!.. Sence ben, beni defeden(!) bu mübarek insanı niye bu kadar seviyor olabilirim?

İhlas’la bir ilgim olmadığı halde halen bu güzel insanı niçin anlatıyorum?
Her halde kovduğu için değil.
Bak sana bir sırrımı daha vereyim.
Ben TGRT’den ayrıldıktan sonra Enver Abi’nin beni günde 5 kez aradığı oldu. Her ay en az iki üç kere konuşurduk.
Bir ay aramayı ihmal ettim.

Enver Abi aradı, “Sen beni niçin aramıyorsun?” dedi.
Cevap veremedim. “Bak kardeşim. Arada beni ara ki iyi olduğunu bileyim ve sana dua edeyim” dedi.
Bu konuşmalar; kovanla kovulan arasında geçen konuşmalara benziyor mu?
Çok meraklıysan sana iki de şahit göstereyim.
Hem benim şahitlerim senin şahitlerin gibi de değil.
Ararsın Enver Abi’nin özel kaleminden Cemil Aral’ı ya da Ferruh Ciloş’u arada onlar söyler sana hangi sıklıkta görüştüğümüzü.
Sallamışsın ama yine tutturamadın.

xxxxx
Sen o taciz iftirasını atınca unutmuştum aklıma geldi.
Sağolasın.
Aykut Işıklar senin cinsel taciz meselesini köşesinden yazmıştı.
Senin hakkında 2009 yılında açılmış cinsel taciz davası var.
Sahi ne oldu o mahkeme?..

Dosyana baktım. Durumun vahim.
Yanında çalıştırdığın evli barklı bir muhabir kadına, cinsel tacizde bulunmakla suçlanıyorsun.
Selda K. isimli hanım muhabir, senin kendisine defalarca cinsel tacizde bulunduğunu belirtip dava açmış.
Bu hanımın eşi bir kameraman.

Çok temiz ve düzgün bir arkadaş.
5-6 ay önce ziyaretime geldi. Çok çirkin şeyler anlattı.
Karısına yapıldığı söylenen cinsel tacizin kendisi askerdeyken olduğunu belirtti.
Elime de bayağı bilgi ve belge verdi.
Sebahattin, bende iftira yok.
Tapu gibi belgeler var. Zaten bunun davası sürüyor.
Kim bilir?
Belki tefrika olarak yayınlarım bu olanları.

mozer2

xxxxxxx
Unutmadan şu çirkin iftirana geleyim.
Orda da bazı şahitlerin var. Maşallah şahidin bol.
13 sene sonra bunları gündeme getirdiğine göre belki sen de işin içindeydin.
Neyse…

Önce şunu belirteyim.
Benim ne arkadaşlarımı ne de ağabeylerimi utandıracak hiçbir işim yok.
Enver Abi’yi mahçup edecek veya Enver Abi’ye mahçup olacak tek bir olayım bile olmadı. Elhamdülillah.
Madem konuyu sen açtın, ben de anlatayım. Anlatayım da bütün arkadaşlar bilsinler.

Ben TGRT’den ayrılmadan önce grup içerisinde ayağımı kaydırmak için birileri harekete geçti.
İstanbul ve Ankara’dan ortaklaşa bir ekip olarak çalıştılar.

Bütün amaçları; beni TGRT Temsilciğinden uzaklaştırıp yerime oturmaktı.
Bu ulvi hedefleri(!) doğrultusunda; yapmadıkları alçaklık, bulaşmadıkları şerefsizlik kalmadı.
Hiçbir yoldan sonuç alamayınca, başladılar Ankara’dan İstanbul’a mektuplar yollamaya.

Bir gün Mehmet Okyay Abi aradı.”Metin Abi seninle ilgili bir mektup organizasyonu var. Şu ana kadar bize 500 mektup ulaştı. Her gün yüzlerce geliyor. Bu bizim bulabildiklerimiz. Belki binleri geçmiştir. Yazanları okudum aynı elden çıkma. Bir veya iki kişi yazmış. Ama içerisinde çok çirkin iftiralar var. Aman kendine dikkat et” dedi.
İşte Sebahattin’in yazdığı onlardan sadece biri.
Aslında eksik yazmış geride daha 499 adet var.
Hakkımda söylenmedik söz, atmadık iftira bırakmadılar.
İhlas’ın parasını yediğimden tutun da yüz kızartıcı, onlarca iftiraya maruz kaldım.

Enver Abi’yi onun için çok seviyor ve yazıyorum zaten.
O’nun uğradığı iftiralardan küçük bir bölüme ben de maruz kaldığım için bunun nasıl bir duygu olduğunu iyi bilirim.
Benim bir özelliğim var.

Ben; Enver Abi’ye sormadan tek bir adım atmam. Yapacağım her şeyi de Enver Abi’ye sorar öyle yaparım.
Nitekim bu çirkin saldırılardan gına geldi.
Enver Abi’yi aradım. Daha konuyu açmadan , “Abini de al, İstanbul’a gel” dedi.

Bu Enver Abi ile Yalçın Abi’min son görüşmesiydi.
TGRT’den ayrıldıktan 3 ay falan sonrasıydı.
Enver Abi’nin odasına girerken Bülent Gencer’de geldi. (O da bu görüşmeye şahittir. Ama SEBO’nun şahidi gibi değil)
Enver Abi, bana bol bol iltifat etti. (Elhamdülillah)
Ben de kendisine, “Efendim TGRT’den ayrıldım ama bunların düşmanlığı bitmedi. Çok zoruma giden iftiralara uğruyorum” dedim.
Enver Abi, “Ah Metin Abi ah. Ya Enver Abin ne yapsın? Benim için neler diyorlar? Sen söylenenlere kulaklarını kapat. Enver Abi’ne bak. Enver Abin seni çok seviyor.” dedi.
Allahü Teala’ya milyonlarca kere şükürler olsun.
Ben yine dayanamadım.

Efendim ben bunlara ne yapayım. Sessiz kaldıkça daha çok üstüme geliyorlar” dedim.

Enver Abi bunun üzerine, “ Bak kardeşim. Hepimiz öbür dünyaya gideceğiz. Herkes yaptığının hesabını verecek. Bu işi Allahü Teala’ya havale et. Konuyu kapat. Senin kalbini kırık gördüm. O yüzden İstanbul’a çağırdım. Allahü Teala kalbi kırıkların duasını kabul eder. Enver Abi’ne bir dua et bakayım” dedi.
Uzun uzun dua edip yanaklarından öptüm.
Fakat o sözü beynime kazındı:

“Allahü Teala kalbi kırıkların duasını kabul eder.”
Hayatta kimsenin kötülüğünü istemedim. Beddua da etmem. Ama beni çok üzüp, çok kırdılar.

Mescide inip namazımı kıldım.
İki elimi yana açıp o isimlerin hepsini teker teker saydıktan sonra, “Ya Rabbi. Ben bunlara hakkımı helal etmiyorum. Onları sana havale ediyorum” diye dua ettim.
Bu kadar iftiraya karşı Enver Abi’nin emriyle sustum.
Ama bunun ne kadar zor olduğunu bir bilseniz?
Bu çok uzun bir konu.

Başka bir yazıda geniş geniş yazmam lazım.
İnanın olanları okuyunca; sadece Enver Abi’ye değil bana yapılanlara da çok üzülürsünüz.

Bu arada şunu da bilmenizi isterim.
O ekibin isimlerinin tamamını tespit ettim. Başından kıçına kadar. O isimleri tek tek Enver Abi’ye verdim. Enver Abi öyle bir buğz etti ki…
Onların ahirette işleri çok.
O kişilerden bazıları şimdi ortalıkta ‘Abiyiz’ diye dolaşıyor.

xxxxxx
Bu yazıyı yazarken de ellerimi yana açıp, “Ya Rabbi. Enver Abi’ye, Yalçın Abime, bana ve tüm mazlum Müslümanlara iftira ve hararet edenleri sana havale ediyorum. Ya Kahhar! Kahrınla helak eyle iftiracı zalimleri. Onların iki yakasını iki cihanda bir araya getirme. (Amin)” diye dua ettim.

xxxxxx
Neyse gelelim diğer meselelere…
Bu arkadaş beni Star TV’nin başına Amcaoğlum Kayhan’ın getirdiğini Tayyip Bey’in de kovduğunu yazmış.
Yav hakikaten tek bir satırın doğru değil.
Ben Star’a 2003 yılında geldim. O tarihte Kayhan Başbakanlık’ta bile değildi.

Ayrılmama gelince, Star TV’yi Aydın Doğan satın aldı. Ben de istifa ettim. Tayyip Bey, benim ayrıldığımı sonradan öğrendi. Hatta “Niye ayrılmış bir sorun bakalım?” diye de haber gönderdi.
Sebahattin, ben senin gibi değilim. Ben çalışacağım patronu kendim seçerim. Yapıma uygun olanla çalışırım.

Biraz da alaycı bir ağızla benim 2005 yılından bu yana işsiz olduğumu yazmışsın.
İşim olmadığını nerden biliyorsun ki!..
Benim bir işim var.
Hem de zevkle yaptığım bir işim.
Benim işim Ehli sünnete hizmet etmek.
Ben bu yolun temizlikçiyim, bekçisiyim ve savaşçısıyım.
O yüzden Enver Abi’yi anlatıyorum.
İşimden de son derece memnunum.
Ha, yaptığım işin karşılığında para almadığımdan beni işsiz sanıyorsun.
Oysa ben paradan çok daha kıymetli olan bir şeyi; duayı alıyorum.
Senin kafan bunlara basmaz.
Boş ver benim işimi gücümü, sen kendi işine gücüne bak.

xxxxxxx
Bu arada unutmadan, geçen haberini yaptık.
Tayyip Bey’e iftira ve hakaretten 15 bin lira ödemeye mahkum olmuşsun.

Ne yalan söyleyeyim, acayip sevindim.
Sevincim 15 bin lira kaybetmenden değil, aklıma müthiş bir geçim kaynağı bulduğundan.

Biliyorsun epeydir işsizim. Biraz da mali sıkıntım var.
Sen de para çoktur.
Bir türlü alamadığım evimi belki senden gelecek paralarla alabilirim.
Haberin olsun ben de sana dava açmaya karar verdim.
Avukat olarak da bir arkadaşa yetki verdim.
Artık meydanı boş bulamayacaksın.
Enver Abi, Yalçın Abim ve benim hakkımda yazdığın ve yazacağın her yazıya, dava açacağım.

Bu arada benim avukat arkadaş senin son yazını çok beğendi.
Yazında 10 tane iftira buldu.
Bir yazıda 10 iftira, süper rakam.
Her bir iftira için ayrı ayrı dava açacak.
İftira başı 15 bin liradan, 150 bin lira eder.
Vallahi fena para değil.
Evimin yarısını aldım sayılır.
Sen bu hızda yazılar yazmaya devam edersen, bir yılda sayende villa sahibi bile olabilirim.
Söz; villamın kapısına ‘Sebahattin Önkibar’ın hayratı” diye kocaman bir levha asacağım.
Hay güzel Allah’ım…
Gariplere nereden ne imkanlar çıkarıyorsun?

XXXXXXX
Bu sana ilk ve son cevabım.
Bundan sonraki cevaplarımı köşemde değil, mahkeme salonunda öğreneceksin.
Sana yazmak serbest.
Bol bol yaz ki, senden çok para kazanayım.
Yazarken paralarından bir köşeye ayırmayı da ihmal etme.
Sonra hacizle filan beni uğraştırma.

XXXXXXX
Artık eski günler geride kaldı.
Sen kendi yolunu seçtin, ben kendi yolumu.
Sen; Silivri ve Sincan Cezaevlerinde YATANLARIN yolundasın.
Ben; Eyüp Sultan ve Bağlum Kabristanında YATANLARIN yolundayım.
Allah yolunu kapalı etsin.

Kusura bakma yazım uzun oldu. Seni yordum.
Aslında yazacağım çok şey var ama köşe yazısında olmuyor.
Belki bir kitap yazar orda geniş geniş anlatırım.
Yazımdan anlaman gereken şu;

Senin sevdiklerin farklı, benim sevdiklerim farklı.
Ben ne yazsam da sen beni anlamayacak, ikna olmayacaksın.
Sen de öleceksin, ben de öleceğim.
Seni de musalla taşına koyacaklar beni de.
Sen de mahşerde dirileceksin, ben de.
Sen orda; Çevik Bir ile mıntıka temizliği yaparken, ben Enver Abi ile sohbet ediyor olacağım.

Ne demişti Enver Abi :
-Kişi sevdiğiyle beraberdir.
Anca beraber kanca beraber.
Allah sevenleri sevdiklerinden ayırmasın.
AMİN

METİN ÖZER / HABERVİTRİNİ

31 Mayıs 2013 Cuma

Destici: Türkiye büyük bir değerini yitirdi

Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici, Enver Ören’in vefatı ile ilgili taziye mesajı yayımladı.

Türkiye’nin büyük bir değerini yitirdiğini ifade eden Destici, mesajında şu ifadelere yer verdi: “Gençlik yıllarımızda bizlerin kitap okumasına vesile olan, gelişen Türkiye’ye müteşebbis ruhuyla, kimya, elektronik, medya ve kurduğu diğer şirketlerinde binlerce, on binlerce insanımızı istihdam eden; Türk ve İslam dünyasının meselelerine kıyasıya ilgi duyan, ilgilenen çözüm yolları için sağlığını hiçe sayarak bu uğurda say ve gayretler gösteren, İhlas grubunun sevgili ağabeyi, mili ve manevi meselelere öncülük eden kıymetli evladı Mücahit Ören’in babası, İhlas Vakfı’nın banisi, ilim ve teknolojik gelişmelerde önderlik yapan, başarılı gazete yöneticisi, Türkiyemizin ekonomisine önemli katkıları olan saygıdeğer gazeteci-yazar ve biyolog Dr. Enver Ören’in vefatından dolayı müteessirim.”

Hayatı sayısız başarılarla dolu olan Enver ağabeye Cenab-ı Allah’tan rahmet niyaz ve tazarru ederken, kıymetli eşleri hanımefendiye, Mücahit Ören beyefendiye, İhlas grubu ve TGRT camiasına sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Türk milletinin başı sağolsun.”

Abdullah Gül’den Enver Ören mesajı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Enver Ören’in çok yönlü hizmetleriyle gönüllerde müstesna bir yer edindiğini, her zaman sevgi ve saygıyla hatırlanacağını bildirdi. Cumhurbaşkanı Gül, Ören’in vefatı nedeniyle başsağlığı mesajı yayımladı.

Mesajında, Ören’in vefatından derin üzüntü duyduğunu belirten Gül, şunları kaydetti:

Abdullah Gül ve Mücahid Ören
”Türk iş aleminin seçkin ismi Enver Ören, çeşitli sektörlerdeki faaliyetleriyle memleketimize hizmet yolunda büyük bir sevdayla çalışmış, kurduğu yayın kuruluşlarıyla basınımızın gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır.

Çok yönlü hizmetleriyle gönüllerde müstesna bir yer edinen Enver Ören’i her zaman sevgi ve saygıyla hatırlayacağız.

Enver Ören’e Allah’tan rahmet, ailesine, İhlas Holding camiasına, sevenlerine, iş ve basın dünyamıza başsağlığı diliyorum.”

HASAN KARAKAYA — SERDAR ARSEVEN — Şebnem Güler Karacan

HASAN KARAKAYA / YENİ AKİT

Bir gün olsun kalbimi kırmadı

“Türkiye gazetesinde, günü gününe, “tam 9 yıl” beraber çalıştık… Bir gün olsun, kalbimi kırmadı… Başkaları tarafından kalbimin kırıldığını hissedince de; “Herkesten Enver Abi olmasını bekleme” dedi.

“Göz”lerinden ve “böbrek”lerinden çok çekti ama İhlas Finans’ın tasfiye edilmesinden sonra çok üzüldü, adeta yıkıldı… Zaten, ondan sonra, bir daha da sağlığına kavuşamadı… …“Hasta” olduğunu öğrenince, bir defa daha görmek ve “helalleşmek” için, yakınlarından istirhamda bulundum… “Hastaneden eve gelince buyursun” demiş… Çıkamadı hastaneden. …Kim ne derse desin, “samimi bir Müslüman”dı… “Enver Abi”ye rahmet, İhlas Holding ve Türkiye gazetesi mensupları ile ailesi ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

———————————————————————-

SERDAR ARSEVEN / YENİ AKİT

Yüreği sevgiyle dolu bir insandı

Eski Sağlık Bakanlarından müteveffa Yıldırım Aktuna’ya (bakan olmazdan hayli zaman evvel) Türkiye gazetesi muhabiri yanaşıp soru yöneltmek istemiş. Yıldırım Aktuna, “Hangi gazete?” diye sorunca muhabir “Türkiye gazetesi efendim” karşılığını vermiş. Aktuna’nın dediği: “Ha o gazete, dinci gazete!..” Bakış böyle. Sonra sonra, Yıldırım Aktuna Sağlık Bakanı oldu. Ben de Türkiye gazetesi adına röportaja gittim. Yıldırım Aktuna, uzun uzun Enver Ören’in ne kadar değerli bir insan olduğunu anlattı. “Böyle bir adamla birlikte çalıştığın için çok kısmetlisin!” bile dedi. Cenab-ı Allah’a duamız; merhumun kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.

———————————————————————-

Şebnem Güler Karacan / Milat

Güler yüzlü abi…

Kalbimin içinde kırılan bir şeyler var, dudaklarımdan dökülen dualar… Enver Abi’nin gülümseyen yüzü geliyor sonra aklıma… Hep öyle hatırlayacağız onu galiba… Güler yüzlü, iyi kalpli Enver Abi mekânın cennet olsun… Kalbimde küçücük bir acaba bile yok ne güzel… Allah bize de sizin gibi iyi insan olmayı nasip eder mi acaba?

‘Envar Ağabey’ derdim nurlanmış anlamında…

‘Envar Ağabey’ derdim nurlanmış anlamında…

“Bu ülkeye gelmiş nadir insanlardan birisiydi. Birçok kişi onun girişimleri ile kurulmuş işyerlerinde çalışarak evine ekmek götürdü. Birçok kişi onun sayesinde ev sahibi oldu. Birçok kişi onun sayesinde nitelikli eğitim aldı. Birçok kişinin hem patronu hem Enver Ağabey’iydi. Belki o farkında değildi ama ben son on yıldır onun kurduğu İhlas Yuva Sitesi’nde oturuyorum. Dolayısıyla son zamanlarda hasta olduğunu, hastalığının ciddiyetinin arttığını yakinen bilenlerdenim.

Çünkü bu sitede insanlar birbirleriyle konuşurken içinde “Enver Ağabey” geçmeyen cümle kurmazlar. Ona olan sevgi ve saygılarını her fırsatta dile getirirler. Ben de ona Enver Ağabey yerine “Envar Ağabey” derdim, nurlanmış anlamında…

İsmiyle müsemma birisiydi. Yüzündeki ışıltı ve tebessüm bir araya gelince karşınızda devleşen bir insan görürdünüz….”

Nuh Gönültaş/Bugün

Eski Arkadaşımdı, Kimseyle Kavgaya Girmedi

Hürriyet 23 Şubat 2013

Ören’e son görevini yerine getirenler arasında yer alan Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan, eski arkadaşı olarak nitelendirdiği Ören’in hiç kimseyle kavgaya girmeyen, uyumlu bir insan olduğuna dikkat çekti.

Aydın Doğan;

“Rahmetli eski arkadaşımdı. Beraber Türkiye Gazete İşverenleri Sendikası’nda çalıştık. Mesleki uyum içindeydik. Kimseyi darıltmazdı. Kimsenin hatırı üstünde kalsın istemezdi. Bir dönem dağıtım işinde yalnız kaldığıma beraber şirket kurmuştuk. Dostumuzdu, nur içinde yatısın. Medyada iyilikle anılacaktır. Ciddi bir yayın politikası vardı ve hep onunla devam etti. Hiç kimseyle kavgaya, çekişmeye girmedi. Emir büyük yerden geldi. Allah rahmet eylesin” dedi.

Ölenle ölünmez, ama ölen de geri gelmiyor işte…

Ülkemize ‘abone’ sistemiyle gazete satma alışkanlığıkazandırmaya çalışan ilk kişinin kim olduğunu hatırlıyor musunuz? Enver Ören‘di o kişi… Çıkardığıve çok satmasınıistediği gazetenin dağıtımında engellerle karşılaşınca, vaktiyle Japonya’da gördüğü ‘abone sistemi’ aklına gelmiişve uygulamaya koymuştu…

Bu konuda kendisine ilk aklıverenin Japonya’yıiyi tanıyan Turgut Özal olduğu da söylenir…

Nedense birileri tarafından küçümsenir, ancak ‘abone sistemi’ dünyanın en mantıklıdağıtım mekanizmasıdır. ABD’de yaşamışolanlar bilir: Sabahlarıküçük çocuklar okula gitmeden önce bisikletlerine yükledikleri gazeteleri abonelere dağıtırlar…

Almanya’da da, günlük gazetelerin neredeyse üçte ikisi posta yoluyla abonelere ulaştırılır…

TIME dergisi, bir de Newsweek vaktiyle milyonlarca kişi tarafından okunurdu ABD’de; o kişilerin pek azı bayiden alırdıdergilerini… İnsanların toplu bulunduğu mekânlarda açılan kampanyalarda, okurlara, tezgâh fiyatının neredeyse üçte birine abone olma imkânı tanınırdı.

O sayede Enver Ören‘in gazetesi bir zamanlar bir milyondan fazla satışa kavuşmuştu. Bugün de Zaman öyle çok satıyor…

Sıkı durursanız size bir haberim olacak: Vaktiyle ‘abone sistemi’  ile satılan gazeteleri küçümseyen, onlara tepeden bakanlar, şimdilerde kendileri aynı yola başvuruyor…

“Hangisi?”diye sormayın, çünkühemen bütün gazeteler, az veya çok, ‘abone’ ye dayanıyor artık…

İşte o sistemi ülkemize ilk taşıyan kişi birkaçgün önce kaybettiğimiz Enver Ören‘di…

“Birlikte çalışmak nasip olmadıdiye başladığım cümlenin, daha bitirmeden doğru olmadığıaklıma geldi. TGRT‘nin ilk yıllarında benim de katkım vardır. Kadın sesine ekran yasağı uygulanan, filmlerin aşırıbiçimde sansürlendiği TGRT günlerinde, Ankara’dan canlıyayın imkânına kavuşulduğu ilk gün, bir programa başlamıştım…

Program haber nitelikliydi ve haftanın beş günü ana-haberden önce yanıma iki konuk alıp ekrana çıkıyordum… Hafta sonuna denk gelen iki gün programı Dr. Yalçın Özer benden devralıyordu…

Televizyonculuk mesleğim boyunca yaşadığım pek çok olayıunutabilirim de, TGRT‘de bir yıla yakın süren o programın ilk günü yaşadığım olayı asla unutamam: Ankara’dan yapılan ilk program günü“Bu işten anlar” diye tavsiye edilen bir erkek makyaj elamanı, benim ve iki katılımcının yüzünü tebeşir gibi bir şeyle boyamıştı…

Devlet bakanıVehbi Dinçerler ile Hak-İşbaşkanı Necati Çelik‘ti ilk konuklarım ve onlarla işçi haklarını konuşmuştuk… Bembeyaz birer yüzle…

Ertesi gün başka kanaldan tanıdığım profesyonel bir makyözügetirdim de, izleyici normal bir yüz görebildi TGRT ekranında…

Allah rahmet eylesin, Enver Bey için “Eli açık adam”denirdi. Yanında çalışanları kollar, her isteyene elini uzatırmış…

Geçen akşam birkaç dost, akşam yemeği sofrasında buluşmuş, ordan burdan lâflarken, söz, hastalığı sebebiyle Enver Ören‘e geldi.

Rahmetli iki kez böbrek nakli ameliyatıgeçirdiği gibi, son bir-iki yıl akla gelebilecek pek çok rahatsızlıkla başetmeye çalışıyordu. Kendisi için dualarını eksiltmeyen dostlardı masayı paylaştıklarım… Sosyal mi sosyal bir dostun söylediklerini burada kayda geçirmek istiyorum:

Çok insan tanıdım, çok kişiyle işilişkim oldu, çok patronun kapısınıyardım talep etmek için çaldım. Hayatımda hayıflandığım tek nokta, kendilerinden olağanüstü iyilik gördüğüm üç ‘verici’ insanın ömürlerinin son dönemini eskisi kadar cömertlik yapamayacak durumda geçirmeleridir…”

Sizler gibi ben de merak ettim o üç‘cömert’ insanı… İsim verdi: İlki Kemal Ilıcak’tır… İkincisi ise Aydın Bolak…”Ya üçüncüsü… Tahmin etmişsinizdir, ama yine de yazayım: Enver Ören

“Takdir-i ilâhi”dedi o dost, “Verdiler ve sonunda veremez oldular…”

Üçüne de Allah’tan rahmet diliyorum…

Enver Ören gerçekten iyi bir insandı

“Mesleğinizde veya düşünce dünyanızda size ufuklar açan kişileri de hatırlarsınız. Ama “İyi insan” olmak başka bir niteliktir”

Yaşam boyu tanıdığınız insanları şöyle bir hatırlayın.
Bunlardan kaçı için “O gerçekten iyi bir insandı” yargısını verebilirsiniz.
Çok yetenekli, çok başarılı, çok renkli ve çok boyutlu insanları tanımış olabilirsiniz.
Mesleğinizde veya düşünce dünyanızda size ufuklar açan kişileri de hatırlarsınız.
Ama “İyi insan” olmak başka bir niteliktir.
Sonsuz yolculuğuna uğurladığımız Enver Ören benim hep “O iyi bir insandı” diye hatırlayacağım isimlerden.

Ben onu TGRT’de yorumcu olarak çalıştığım 1995-97 arasında yakından tanıdım. Sevgili arkadaşım Selahattin Sadıkoğlu tanıştırdı beni onunla.

Enver Ören’le dostluğum ve diyaloğum yakın zamanlara kadar devam etti.
Onun kendi camiasında patron olarak değil “İyi insan” olarak sevildiğini yakından gördüm. Beraber olduğu insanlara “Çalışanları” şeklinde değil “Arkadaşları” olarak bakıyordu.

En problemli dönemlerinde bile çevresindeki insanların sorunlarıyla ilgilenmeyi hiç ihmal etmezdi. Çalışanları onun arkadaşlarıydı.
Yitirdiğimiz tüm iyi insanlara Allah’tan rahmet diliyorum.

Sevgiyi “Ören” Ağabeyin Ardından

SAVAŞ AY / SABAH

Eski bir TGRT çalışanıyım mâlum. 1999’dan başlayarak, müthiş bir atak geliştiren, yaptığı transferler, programlar, diziler ve tekmil yeniliklerle reyting devlerine kafa tutmayı başarmış bir kanaldı TGRT. İşte o değişim ve yükseliş günlerinde ben de ekibimle birlikte kadroya katılıp A Takımı’nı taşımıştım oraya. “Acaba yayınlara karışır, ayar vermeye, sansüre, yönlendirmeye çalışır mı” endişemiz 2-3 haftada yok olmuştu.

“Güleç oluşunun kaynağı olup biteni hafife almaktan değil, fıtratına sinmiş bilgeliğiydi.”

Güle güle git demenin manasız kalacağı bir ebediyet yolcusu Enver Ören. Ömrünü “güle güle” yaşamış bir insan olarak kazındı hafızama. Gülümsemeyi terk etmiş bir yüzle gördüğüm anı bulamadım. Dahası; güleç oluşunun kaynağı “olup biteni” hafife almaktan değil, fıtratına sinmiş bilgeliğiydi.
orhangencebay

Makul ve mantıklı her öneriye sıcak yaklaşan, destek veren, kibirsiz, mütevazı tavırlarla katkılar yapan biriydi. Ona “işadamı, patron, bey”den çok “Abi” tanımlamasının yakışmasının sırrı da buydu işte.

Holding binasındaki odasında zaman zaman yaptığı gibi çoğu sanatçı olan dostlarını davet ettiği bir gündü. Orhan Gencebay ile ben ilk gelen olmuştuk ve diğer konukları beklemekteydik. Bir ara söz Enver Abi’nin sağlığına geldi. Biliyorduk ki 1990’da ABD’de yapılan operasyonla kız kardeşinden alınan böbrek kendisine nakledilen Enver Ören’e, 2006’da ikinci böbrek nakli gerçekleştirilmişti. Çektiği acıyı sıkıntıyı asla ele vermeyen alışılmış güler yüzüyle yanıtladı Orhan Baba’yı.

Çok şükür iyiyim Orhan kardeşim. Garip gurebanın, fakir fukaranın hizmetinde oldukça Allah da kuluna güç veriyor.
Orhan Baba bu sözlerine karşılık verdi hemen: Enver Abi. Çevremde bir çok insan fakir babası oluşun, yardım çırpınışların için sana duacı.
– Eksik olmasınlar.

– Diyorlar ki: “Bu Enver kuluna sanki çift yürek vermiş Yaradan. İkisine de iyilik doldurup vermiş hem”. Orhan Baba lafını bitirince o çok bilindik kahkahasını atan Enver Abi hazır cevaplığı ve mizahçı yeteneğini konuşturdu hemen:
Yaradan’a mahcubum vallahi Orhan kardeşim. Çift yürek değil ama herkes gibi bana da çift böbrek verdi. Koruyamadım maalesef. Bana yardım edip böbreklerini verenlerden biri kardeşim biri sadece bir hayırsever. Bu ne demek? Yedi kat el gibi görünenle, öz kardeşin sana aynı değerde yardım edebilir demek. Öyleyse biz de imkânlarımızı öz kardeşimle paylaşır gibi paylaşacağız herkesle.

Enver Ağabeyimizin ardından… (4)

Rahmetli Enver Ören ağabeyimizin ardından yazılacak o kadar çok şey var ki, burada sadece 20 yıllık bir berberliğimizin Türkiye Gazetesi ve İhlas’ı büyük bir holding yapan canhıraş gayretin bazı örneklerini ve şahsi hatıralarımızı anlatmaya çalışıyorum.

Oysa Enver Ören Ağabeyimizin en fazla öne çıkarılarak anlatılması gereken hususiyetleri de var ki, onları yazılarımızn sonuna doğru sizlere arz edeceğim.
Özetle 1990’lı yıllara gelindiğinde, birkaç yıl önce hor görülen, ama aslında baş tacı yapılması gereken bir Basın patronu vardı Türkiye’de. Bu Rahmetli Enver Ören Ağabeyimizdi.

Türkiye Gazetesi ülkenin en çok satan gazetelerinden 3 misli daha fazla bir tiraja ulaşmıştı. Günlük satışı 1milyon 400 bin’i aşmıştı.

Gazete bu tirajı o zaman çok yaygın olan promosyonlarıyla gerçekleştirmişti. Okuyucularımıza Enver Ağabeyimizle Tayvan’a gittiğimizde ithal ettiğimiz sağlık gereçlerini dağıttık. Bu ara gazetenin gelirleri sadece yayın kompozisyonu ve yelpazesinin daha da genişlemesine kullanıldı.

İngilizce Ekonomi gazetesinin yanında Türkiye Çocuk dergisini yayınlamaya başladık. İnsan ve Kainat Dergisi ve daha başka birçok yayın gerçekleştirildi. Her sektöre hizmet etmenin yanında Türkiye Gazetesi’ni ülkeyi idare eden Hükümetlere ve piyasaya kabul ettirinceye kadar çaba sarf ettik. Başımızda Enver Ağabeyimizin koyduğu prensiplerle gönüllere girmeye çalıştık. Bunu da başardık.

1980’li yılların başında, 1979’daki İran Devriminin bölgemizde başgösteren siyasi komplikasyonları Türkiye’yi de etkilemişti.

İran-Irak savaşı (22 Eylül 1982’de başlamıştı) ve daha sonra Irak’ın Kuveyt’i işgali yani 1990’lı yılların başı, Türkiye Gazetesini yeni ufuklara açılma zorunluluğu ile karşı karşıya getirdi.

Bu iki savaşı da bendeniz cephelerde takip ettim. Bir milyonun üzerinde tiraja sahip Türkiye Gazetesi dünyanın en güçlü basın organlarıyla yarışıyordu.
Gün geldi büyüdükçe büyüyen İhlas Holding olma zaruretiyle karşı karşıya geldi. İhlas elektronik, İhlas Otomotiv, İhlas İnşaat ve Kristal Kola gibi birçok büyük şirket kuruldu.

Rahmetli Enver Ağabeyimiz büyüme yıllarında Müslüman Milletimizin manevi dünyasına en önemli katkıyı sağlamamızın yolunu açmış, önderliğini yapmış, Büyük İslam Alimi Rahmetli Mübarek Hocamız Hüseyin Hilmi Işık Beyefendi’nin himaye ve dualarıyla, himmetleriyle, 20 Ciltlik İslam Alimleri Ansiklopedisi, aynı hacimde Türkiye Ansiklopedisi ve sayısı belki de yüzlerce İslami yayının basım ve dağıtımını hayata geçirdi. Muhterem Enver Ağabeyimizin bu hizmeti sadece Türkiye için değildi.

Hakikat Kitabevi’nin mührünü taşıyan ve Ehli Sünnet Vel-Cemaat itikat ve inancının yayılmasını sağlamak için milyonlarca adet kitap basılmış, dünyanın birçok dilinde yayımlanan bu eserlerle tüm dünya insanlığına eşsiz bir hizmet sunulmuştur. Bu hizmetler bugün de kesintisiz devam etmektedir. Beş kıtada İhlas’ın meccanen yolladığı kitaplarla Allah’ın dinine hizmet edilmekte, insanların saadetli olmaları için çok önemli bir hizmet ifa edilmektedir.

Rahmetli Enver Ağabeyimiz, hiç şüphesiz bu çok önemli hizmetlerin maddi ve manevi mimarı idi. Çok önemli olan bu cihanşümul hizmetleri, manevi yönü iman gücüyle enerji bulan Aziz Şahsiyeti sayesinde oluyordu. Bir faninin çok kısa sayılacak zaman dilimi içinde dahiyane bir şekilde bütün dünyanın tanıdığı çok kıymetli bir “Vakıf insan” olması elbette her kula nasip olmazdı. Netekim, Rahmetli Mübarek Hocamız Hüseyin Hilmi Işık Beyefendi’nin himayeleriyle kurulmuş bulunan İhlas Vakfı bütün dünyaya ve Türkiye’ye eşsiz hizmetler sunuyordu.

Bu hizmetlerin eğitim kurumlarıyla taclandırılması gerektiğini ise Enver Ağabeyimizin Eğitimci kimliği sebebiyle ön plana çıkardığı hizmetlerinde görüldü.

İhlas Kolejlerini kurdu. Bir defasında neden Üniversite kurmuyorsunuz? diye soran bir dostumuza şu cevabı vermişlerdi:

“- Orta mektep kurar gibi üniversite kurulmaz.Üniversite hocalığı yaptım. O iş çok önemli, büyük ve ciddi bir iştir. Zaten Üniversiteye gelene kadar çocuklarımızı bir Müslüman Türk evladının olması gerektiği gibi yetiştiremezsek kaybedilmiş sayarız. İlk orta ve lise tahsilinde çocuklarımızı milli ve manevi değerlerinin farkında olan gençler halinde yetiştirmek gerekir. O sebeple biz İhlas Kolejini kurduk. ugün bu kolejler çok iyi öğrenciler yetiştiriyor. Elimizin eriştiği ve imkanlarımızın el verdiği nispette yurdumuzun çeşitli yerlerinde Üniversiteli gençlerimize de sahip çıkıyoruz. Onlara yurtlar yapıyoruz. Yabancı öğrencileri de bu yurtlarımızda barındırıp bakıyoruz. Özellikle Türk dünyası ve İslam ülkelerinin gençlerine hizmet ediyor, onların iyi yetişmesi için katkı sağlıyoruz. Esas doğru olan şimdilik budur. “
Rahmetli Enver Ağabeyimizi ve hizmetlerini anlatmakla bitiremeyiz. Zaten eserleri meydandadır.
Biz Rahmetli Ağabeyimizi anlatmaya ve hatıralarımızı nakletmeye devam edeceğiz efendim.
Dualara vesile olması temennisiyle…

Hüseyin Tanrıkulu (27 Şubat 2013 Çarşamba / Haberkuşağı )

Enver Ören Ağabeyimizin Ardından (Hüseyin Tanrıkulu)

Her insanın hayatında o insanı çok yönlü olarak etkileyen ve o insanın yetişmesine, olgunlaşmasına, toplumda itibar sahibi olmasına, varlık sahibi olmasına sebep olan bir başka insan vardır.
Enver Ören Ağabey ( dünyalık varlık, ev bark ve maddi anlamda bir birikim hariç ), işte bir insan olarak bana herşeyi kazandıran büyük bir rehberdi.

Tek kelimeyle benim Sebeb-i Saadetimdi.
Değerli okuyucularıma Enver Ören Ağabey ile hatıralarımı bu çerçevede arzedeceğim.

Enver Ağabeyimizi 1968’den itibaren tanıdım.
Cağaloğlu’nda Nuruosmaniye Caddesi’nde bulunan Güneş Matbaasında ” Hakikat “ isimli gazeteyi çıkarıyorlardı.

1973 yılında rahmetli babam Süleyman Tanrıkulu Konya’dan Milletvekili adayı olmuştu. O tarihlerde babamla alakalı çok müspet yayınlar yaptırmış ve O’na sahip çıkmışlardı. Ben de bu müspet alakanın sebebini anlayamadığım için araştırdığımda öğrendim ki, rahmetli Babam Müftü iken, Büyük İslam Alimi Mübarek Hocamız Hüsyin Hilmi Işık Bey’in eserlerini kürsülerden tanıtmış, tavsiye etmiş, eserlerini dağıtmış, bu konuda hiç kimseden korkup çekinmeden her türlü hizmette bulunmuştu.

Babama vefalı davranmalarının sebebi meğer bu imiş.
Yani vefalılıkta çok önemli bu örnek beni de öğrendiğimde çok etkilemiş ve Enver Ağabey’e karşı derin bir saygı duymama sebep olmuştu.

Gün geldi, nasipmiş, o zamanki merkez sağın önemli gazetelerinden olan Babı Alide SABAH Gazetesine Yazıişleri Müdürü oldum.
Enver Ağabey HAKİKAT Gazetesinin yerine TÜRKİYE Gazetesini kurmuştu.
Bu gazeteyi SABAH’ın matbaasında uzun süre bastırmak ve Türkiye’ye orada her yönden sahip çıkmak da bize nasip olmuştu.
O tarihlerde Enver Ağabey ve arkadaşları Çatalçeşme sokakta bir oda bir sofa gibi ufacık bir büroda çalışıyorlardı.
İsmail Kapan Bey ise tek başına gazetenin baskı ve değişiklik işleriyle uğraşıyordu. İsmail Bey’i kendi çalıştığımız gazetenin bir elemanı gibi misafir eder ve kendisine her türlü yardımı yapmaktan zevk duyardım.

Gün geldi ben SABAH’tan ayrıldım. Yurt dışına gittim. Bir buçuk yıl sürgün hayatı yaşadım. Çünkü rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in yazılarından dolayı hapse girmek üzereyken yurt dışına çıkmış, hayli çileler çekmiş idim.

Gazetelerin Yazıişleri Müdürlerinin yazarların yazılarından dolayı alacakları hapis cezaları paraya çevrilecek diye bir yasa çıkınca, derhal Türkiye’ye döndüm.
İşsizdim. O zaman Edebiyat Cemiyeti’nin Çarşamba toplantılarına giderdim. Orada Merhum Ahmet Kabaklı başta olmak üzere Tercüman’ın sahibi merhum Kemal Ilıcak, Ergun Göze,Mehmet Emin Alpkan ve çok sayıda gazeteci, yazar ve fikir adamı bir araya gelir tertiplenen sohbetlerde her şey konuşulurdu.
Rahnetli Kemal Ilıcak benim işsiz olduğumu öğrenince bana ” yarın Tercümana gel birlikte çalışmanın şartlarını görüşelim “ demişti.
O toplantıda hemen olur demem mümkün değildi.” Olabilir, randevu alıp gelebilirim nasipse olur “ dedim. Zira o günkü Tercüman’ın içiyle mutabık değildim.

Ertesi sabah evde telefon çaldı. Eşim ” Sizi Enver Ören bey arıyor “ dedi.
Telefonu aldım, karşımda Enver Ağabey vardı. Bana, ” Yahu Allah’ın kulu işsiz olduğunu öğrendim.İrfan Atagün Bey söyledi. Acele gel görüşelim “ dedi.
Koşa koşa gittim. Beni her zaman yüzünde eksik olmayan gülücükleriyle karşıladı. Aramızda bugünkü gibi hatırladığım şu görüşme geçti:
– Bak Hüseyinciğim. Bizim gazetemiz bir bulvar gazetesi. Yani Akşam gazetesi. 7500 adet satılıyor. Bu gazeteleri elden, otogarda ve sirkeci garında arkadaşlarımız satıyor. Ama bir matbaa kurup kendi gazetemizi kkendimiz basıp gazetemizi büyütmek istiyoruz. Bu konuda ne dersin?

Cevap vermeye çalıştım:
– Hayırlı olsun efendim. Ama bildiğiniz gibi bu gazetecilik çok zor bişr iş. Para tüketen ve karşılığını çoğunlukla vermeyen bir iş. İlan alamazsanız yürümez.
Dediler ki:
-Peki ama biz bu işe girdik artık. Seni alalım aramıza. Ama bizim gazetemizin Genel Yayım Müdürü benim. Yazıişleri Müdürümöüz var. Her departmanda elemanlarımız var. Sana ne iş vereceğiz?
Dedim ki;

– Efendim madem yeterince elemanınız var o zaman bana ne ihtiyaç var?
Güldüler.
– Sen bırak şimdi. Bana profesyonel anlamda katkı sağlayacak arkadaşlar da lazım. Onun için sana teklifimi söylüyorum: 750 bin lira maaşla yarın başla ve sen ne gibi bir katkıda bulunacağını bana bildir. Her konuda sana destek olacağım.Ne yapacaksan planla görüşelim.
Aynı gün peşin olarak maaşımı verdirdi. Bir kaç gün içinde yapabileceğim işleri kendilerine arzettim. Her projemi heyecanla karşıladı.

Kendilerine bir şartım olduğunu da söyledim. Dedim ki;
– Benim çalışmalarıma kadrodaki arkadaşlarımız yetkileri sebebiyle itiraz etmemeleri gerekir dedim.
– Senin Müdürün, amirin benim dediler.
Ellerine küçük bir not kağıdı aldılar. Bu kağıda ” Hüseyin Bey ne diyorsa o olacak! ” diye yazdılar ve altına imzalarını attılar. Sonra da şöyle dediler:
– Sana hizmet açısından bilmeden ve anlamadan olmayacak bir itirazda bulunan olursa bu notu kendisine gösterirsin.
Hemen bir espri yaptım:

– Efendim bu notu gerektiğinde size de gösterebilirmiyim?
Güldüler ve aynen şöyle buyurdular;

– Allah’ın Kulu, bu imzamı gerektiğinde hizmet için gerektiğinde bana da gösterebilirsin. O zaman ben de senin dediğini yaparım..
Rahmetli Enver Ören Ağabeyimizle TÜRKİYE Gazetesi’ndeki hizmetlerimize böyle başladık.

7500 tirajlı bir gazeteyi bir milyon 400 bin adet satan ve hala kırılamamış satış rekoru kıran TÜRKİYE Gazetesini işte bu yıllardan itibaren büyüttüler. Biz de her kademede çalışıp hizmet ettik.
Hiç bir hukuki sorunumuz ve aramızda hiç bir konuda mutabakatsızlık olmadan vefat ettiği ana kadar manevi rabıtamız devam etti.
Allah Teala Hazretleri O’na engin rahmetiyle muamele etsin. Menzillleri cenneti Ala olsun.

YARIN YAZMAYA DEVAM EDECEĞİM EFENDİM.

Hüseyin Tanrıkulu
Haberkuşağı / 24 Şubat 2013

Enver Ören Ağabeyimizin ardından… (2)

Geçen Cuma günü ( 23 Şubat 2013 ) Rahmeti Rahman’a kavuşan Büyük İnsan Enver Ören Ağabeyimizle geçen zorlu bir 20 yıla sığdırdığımız hatıralarımıza devam edeceğiz efendim.

Türkiye Gazetesi’nde idari statüsü bir yedek Subay adayı asker gibi, ama profesyonel gazeteci olarak göreve başladığımda gazetecilikten benim düşündüğüm anlamda anlayan merhum Enver Ağabey dışında iki kişi daha yoktu.

Profesyonel anlamda her işe bizzat nezaret ediyorlar, gazetenin günlük manşetlerini ve haber başlıklarını bile tek tek kendileri inceleyerek yayına hazırlıyorlardı.

Gazetedeki idari duruma gelince: Çalışan az sayıda personel yanında onlarca gönüllü arkadaş hizmet için koşuyorlardı. Bu fahri hizmet erleri gündüz herhangi bir kurumda ya da başka başka işyerinde çalışıyor, akşam olunca da gazeteye gelip geç vakitlere kadar çeşitli konularda hizmet veriyor, katkı sağlıyorlardı.

O tarihlerde bu çapta bir küçük gazetede personele diğer gazetelerin verdiği maaştan daha çok maaş veren tek patron Enver Ağabeyimizdi. Ayrıca isterse tatile rastlasın personelin maaşını ayın birinde öğleden önce mutlaka zarflar içinde takdim ettirirdi. Personel arasında ücret adaletsizliği anlamında hiçbir duruma meydan bırakmazdı. Hatta kendisine daha yakın gördüğü arkadaşlarımıza diğerlerinden daha az maaş verirdi. Ama mutlaka hak ettiği parayı verirdi.

Gazetecilik konusunda benim Enver Ağabeyimize rağmen birilerine bir şeyler öğretme iddiasında olmam ve çalışanların nefsine zor gelecek ölçüsüz bir tavır içinde bulunmam ahlakımda olmayan, profesyonelliğe saygımın sebebiyle de asla onaylamadığım bir husus idi. Enver Ağabey de bunun pek ala farkında idi.

Çok az tirajı olan bu gazeteye hangi haberi yapıp getirirseniz, Enver Ağabey’den başka haberin kıymetini takdir edebilecek bir üst yönetim kadrosu yoktu.

Kendilerinin bilgisine sunulmayan bir haber çalışmasından da haberdar olması mümkün değildi.

Allah gani gani rahmet eylesin, o zaman sorumlu Yazı İşleri Müdürü, Enver Ağabey’in güvendiği ama profesyonel mesleği Ziraat Teknisyenliği olan bir ağabeyimizdi.

Babı Ali’de yetişmiş birisi değildi. Hangi haberi yaparsanız yapın, illa ki bunların üç tanesinden ikisini değerlendirme hatası sebebiyle çöpe atıyordu.

Bu hâl birkaç ay devam etti. Tabii ki sıkılmaya başlamıştım. Bu durumu Enver Ağabeyimize de arz edemiyordum. Zira arkadaşların birbiri hakkında şikâyetçi olmasına çok üzülüyor ve tepki gösterebiliyordu. Bunu iyi keşfetmiştim.

Bir seferinde çok önemli bir haber getirip Müdürümüzün masasına koydum. Haberin Başlığı: “RUSLAR, AFGANİSTAN’A GİRMEYE HAZIRLANIYOR” idi.

Bu haberi bir önceki gece yarısı saat 03.00 sıralarında BBC’nin bir yorum haberini dinledikten sonra geliştirip yazmıştım. Sabah erkenden de Yazıişleri Müdürümüze takdim ettim. Olayı da detaylı olarak değerlendirdim. Beni dinledi ve aynen şu cevabı verdi:

“- Sen bizi aptal mı zannediyorsun. Böyle saçma haber olur mu? Nasıl girecekmiş Ruslar, Afganistan’a?”

Yazdığım iki sayfalık dokümanter haberi yırtıp çöpe attı. Bana çok büyük bir hakaret olan ve mesleki onurumu kırıcı bir davranış olarak nefsime ağır gelen bu olaya çok ama çok üzüldüm.

Ertesi gün izin günümdü. Üzülerek evde yattım. Bir yere çıkmadım. Canım çok sıkılmıştı bu işe…

O devirde Anadolu Ajansı da bu konuda bir haber servise koymamıştı. Türkiye basını bu Sovyet müdahale niyetine dair hızla gelişen durumu görememişti.

Ertesi gün, yani benim haberimin çöpe atıldığı günün ertesinde akşam saatlerinde Sovyet Ordusunun Afganistan’ı işgale başladığı tüm dünyaya duyurulmuş oldu.

Bu haberin Anadolu Ajansı’ndan geliş saati gazetenin baskı saatinden hemen önceye rastlamış, gerekli değişiklik yapılmamış ve haber atlanmıştı.

Çok iyi bir gazeteci olan Enver Ağabey bu haberin neden değerlendirilip gazetede yer almadığını, daha doğrusu kendisinin bile bu konuda neden bilgi sahibi olmadığını soruşturur. Tatmin edici bir cevap alamayınca hayli üzülür.

Enver Ağabey beni çağırdı. Gülücükler eksik olmayan yüzünde büyük bir üzüntü vardı. Bana, ” Hüseyinciğim neden bu haberi atladınız kardeşim. Siz tecrübeli bir arkadaşımızsınız. Bütün gazetelerde sürmanşet bizde yok!”

Artık benim olanları Müdürümüzün de mevcut olduğu bu hesap verme toplantısında açıklamamın uygun olacağını düşünerek kendilerine şöyle dedim:

“- Efendim daha Türk basınında bu gelişmenin olacağından kimsenin haberi yokken, yani işgalden bir gün önce sabah erkenden haberini yazıp Müdürümüze takdim ettim. Kaynağını falan da haberde belirttim. Ama yırtıp çöpe attılar. Bir gün sonra da işgal başladı!” dedim.

Rahmetli Enver Ağabeyimiz dehşete düştü.

Müdürümüze sordu: Doğru mu anlatılanlar?

Yazıişleri Müdürümüz “Evet efendim. Maalesef ben tahmin edemedim. İhtimal vermedim. Hayali yazılmış gibi geldi bana. O sebeple bu haberi kullanıp size arz etmeyi de uygun görmedim!”

Enver Ağabey, gelin benimle dedi ve önümüze düşüp gazetenin Yazıişleri binasının bulunduğu Güle Güle Apartmanına Müdürümüzün odasına geldi. Müdürümüze dedi ki,

“- Burada Hüseyin Bey oturacak artık. Sen bitişikteki odaya geç. Gazetecilik böyle sorumsuzca haber atlamaya mani bir iştir. Eğer çöpe attığın o haberi yayınlamış olsaydın, Türkiye Gazetesi Türkiye’nin gündeminde bir bomba haberi yayımlamış olacaktı. Bırakın bunu, siz Anadolu Ajansı’nın verdiği haberi de değerlendirememiş ve sayfaya koyup bana getirmemişsiniz. Böyle bir şey inşaallah tekerrür etmez.”

Bu oda tahsisi işi benim başımı çok ağrıttı. Enver Ağabey Yazıişleri Müdürünü Dağıtım işlerini tedvire görevlendirdi. Biz diğer arkadaşlarımızla hummalı bir gazetecilik çalışmasına giriştik. Başımızda Genel Yayın Müdürü Enver Ağabeyimizle her geçen gün binlerce tiraj artışı sağlayan bir yayıncılık yanında, Türkiye’de ilk defa onun eseri olan elden dağıtım ve abone sistemiyle gazete büyütme işini gerçekleştirdik.

Türkiye Gazetesi kısa zamanda Türkiye’nin en itibarlı gazetesi haline geldi. Hem de ülkemiz 12 Eylül gibi bir darbe hadisesini de Türkiye Gazetesi’nin büyümeye başladığı yıllarda yaşadı. Gazetemiz bir aralık yayın yasağı bile gördü. Askerler üzerimize geldiler. Bizi malum irticacılık ve laiklik düşmanlığı gibi kategorilerin içinde değerlendirerek yıldırmaya ve susturmaya çalıştılar.

Ama başımızda Enver Ören Ağabeyimiz gibi dirayetli, inanmış, samimi, ufku geniş, vizyoner, milliyetçi ve vatanperver bir Lider şahsiyet vardı. Bizim için artık dönmek söz konusu değildi, Türkiye Gazetesi bu ülkenin en önemli yayın organı olacaktı. Netekim bu çok rahat başarıldı.

Enver Ağabeyimizin ardından yazacak o kadar çok şey var ki, bunları sizinle paylaşmayı yeni nesillere örnek teşkil etmesi ve Enver Ağabeyimizin iyi tanınması bakımından elzem bir çaba olarak görüyorum. O sebeple yazmaya devam edeceğiz efendim.

Hüseyin Tanrıkulu
Haberkuşağı / 25 Şubat 2013

Enver Ağabeyimizin ardından… (3)

Rahmetli Enver Ören Ağabeyimizle Türkiye Gazetesi ve daha sonra kuruluşunda Dış Haberler Müdürlüğü ve Açık Oturum programları yapımcısı olarak görev yaptığım 20 yıla yakın zaman içinde çok yakın mesai içinde olmanın bahtiyarlığı bize de nasip olmuştu.

Türkiye Gazetesi, 7000-7500 adet ancak satabilen bir akşam gazetesi iken kısa zamanda ve ülkenin basın için aleyhte gelişen şartlarına rağmen Enver Ağabeyimizin dirayetli, düzenli ve samimi, imanlı ve inançlı duruşu sayesinde Türkiye’nin en büyük ve en çok satan gazetesi hâline gelmişti.

Türkiye Gazetesi özellikleri itibariyle ve tirajının düşük olması sebebiyle ilk yıllarda fazlaca reklam ve ilan geliri olmayan bir gazeteydi. Gün geldi yüksek tirajları yakaladı ama yine de hakkı olan ilan ve reklam verilmiyordu.

Hatta elden dağıtımı yapılan ve yüzbinlerce abonesi bulunan bir gazete olmasına rağmen birçok resmî ve özel kuruluş gazetemize reklam vermiyordu! Tirajı bizden kat kat daha düşük olan ve yayın ilkeleri açısından aklı başında kimsenin onaylayamayacağı bazı gazeteler hem devlet ve hem de özel sektör tarafından besleniyordu. Bizler ise Türkiye Gazetesi’nin yetkilileri olarak bazı kapılarda hor görülüyor, tepeden bakılan gazeteciler olarak nefsimize ağır gelen muamelelere tâbi tutuluyorduk!

Enver Ağabeyimiz bu durumların hepsini biliyor, hiçbir zaman bizlerin moralinin bozulmaması için her gün ve her an bizlere olumlu nasihatlerde bulunuyordu.

O yıllarda çok ağır zulümlere bile uğradığımız oldu! Ama Enver Ağabeyimizin şefkati, hamiliği ve fedakârca desteği, bizleri perişan etmedi.

Tam o büyüme yıllarında değişik yayınlar yapmak, değişik mevkuteler çıkarmak gibi planlı hedeflerimizi de hayata geçiriyorduk.

Bir gün ülkemizin büyük iş adamlarından Musevi Cefi Kamhi beyle görüşmeye gittim. Hâl hatır sorduktan sonra bana “Bak Hüseyinciğim! Siz ağzınızla kuş tutsanız Türkiye Gazetesine bazı kuruluşlar ilan ve reklam vermezler… Bu gerçeği kabul edin!” dedi.

Cefi Kamhi, Profilo Holdingin sahibi Jak Kamhi gibi önemli bir sanayicinin oğlu idi ve akıllı bir insandı. Doğru söylüyordu. Durumu kavramıştı çünkü.

Ben de ona sordum:

“-Peki arkadaş Türkiye Gazetesi’ne reklam vermeyeceğinizi anladık! Siz ne zaman ve nasıl bir hizmet beklersiniz? Sizin şirketlerinizin ve mamullerinizin reklamını nasıl alabiliriz?”

Cefi Kamhi, masasının üzerinde duran ve kendi firmalarının tam sayfa reklamı olan bir yabancı dergiyi elime uzattı. Sonra da dedi ki:

“- Bak işte böyle bir yayın çıkarırsanız ben de ilan veririm, başkaları da verir… Türkiye’nin dışarıya açılma çabalarına katkı veren bir yayın yapın, gel herkesten önce ben destekleyeceğim! “

Elime verdiği dergi Avrupa’da yayımlanan bir dergi idi. Adı da “Made in Europe…”

Dergini her tarafı reklamla doluydu. Avrupa’nın en büyük firmalarının reklamı vardı. Belli ki tüm Avrupa’ya ve dünyaya dağıtılıyordu. Bizim böyle bir derginin kâğıdını alabilecek, masraflarına verecek paramız olmadığı gibi, o günün teknik imkânları da böyle bir yayını hazırlamamıza müsait değildi.

Cefi Bey’in yanından ayrıldım. Dergi elimde, Rahmetli Enver Ağabey’in yanına gittim. Hiçbir şey söylemeden dergiyi ellerine verdim. O, bu dergiyi dikkatlice inceledi ve bana dönüp ” Bak gördün mü elin oğlu neler başarıyor?” dediler.

Bunu Cefi Kamhi’den aldığımı ve onun tavsiyelerini anlattım. Güzel gözlerinden âdeta heyecan fışkırdı!

“-Bak Allah’ın Kulu, biz de ‘Made in Turkey’ isimli bir gazete çıkaralım. İngilizce yayınlayalım. Bak o zaman nasıl ilan alacaksınız” dedi.

Made_in_Turkey_Gazetesi

Ayrıca bize ağır bir görev yükleyerek “Bu gazeteyi sen hazırlayacaksın. İlanlarını sen toplayacaksın, gazetemize katkısını sen sağlayacaksın. Diğer üniteler her türlü çalışmana yardımcı olacak” dediler.

Özetle dünyanın en zor işlerinden birisine görevlendirilmiştim. Gece gündüz çalışıp kapı kapı dolaştım. “Made in Turkey” isimli gazetenin ilk nüshası hatırı sayılır bir reklam geliri sağladı. İkinci üçüncü ve müteakip sayıları daha çok ilan ve reklam almaya başladı.

Enver Ağabeyimiz, ” Bu gazetenin baskı adedi çok olsun, bu gazete bütün dünyaya dağıtılsın, gelirinin tamamı posta masrafına ve diğer masraflara gitsin, hiç önemli değil, yeter ki başarılı olunsun. Memleketimizi her yönden tanıtan yazılar da kullanılsın. Türkiye’ye yapılacak en önemli hizmettir bu” diyordu.

Gün geldi, bu İngilizce Ekonomi gazetesi çeşitli ülkelerde düzenlenen tüm fuarlarda Türk ekonomisini ve Türk Firmalarını tanıtan bir yayın hâline geldi. Sayfa adedini çoğalttık. Tayvan’dan Finlandiya’ya, Avusturya’dan Irak’a ve Suriye’ye, Körfez ülkelerinden Güney Kore’ye kadar birçok ülkeye özel ilaveler yayınlayıp o ülkelerin dev kuruluşlarından reklamlar aldık. Türkiye’ye döviz kazandırmaya da başladık.

Güney Kore’de 1982 yılında “SİTRA-82” fuarına bile özel ilave ile gidip fuarda gazetemizi dağıttık. Bu meşakkatli mesailerden Kore’deki asıl dönüşü, Asya Motor Firması’nın Türkiye Distribütörlüğünü almaya kadar götürdük.

Türkiye Gazetesi İhlas A.Ş. olmuştu… Firmamız, KİA otomobillerinin ithalatını yaptı.

İhlas büyüyor, hizmetleri Enver Ağabeyimizin dâhiyane fikirleri, desteği ve yönlendirmesiyle hak ettiği yere tırmanıyordu.

İnşaallah yazımıza daha sonra devam edeceğiz.

Hüseyin Tanrıkulu

Haberkuşağı / 26 Şubat 2013

Sevmek saygı duymakla başlar

Biz gazeteciler hafta sonu, bayram, düğün dinlemez çalışırız.
Çoğu zaman bu önemli zamanla mesaide oluruz. Bu yüzden gazeteci yalnız adamdır.

Haber merkezinde çalışan arkadaşlar olarak Enver Ağabeyimizi son yolculuğunda uğurlamak için Eyüp Sultan Camii’ne gitmek istiyorduk. Bu tarihi ana şahit olmak lazımdı. Fakat, gelen haberleri mutfakta hazırlayacak ekip de lazım. Namazdan hemen sonra gazeteye dönmek üzere gittik. Mahşeri bir kalabalık karşıladı bizi. Kalabalıkta ilerlemek ne mümkün! Bunu anı dondurmak için bir restoranın çatısına çıktım, fotoğraf makineme davrandım. Çektiklerimden birisi, ertesi günkü Türkiye Gazetesinin ilk sayfasının fotoğrafı oldu. Bu sefer gazetecilik görevimizi, gazetemizin sahibini uğurlarken yerine getirdim.
O’nu uğurlarken ve o kalabalığa, o fotoğrafa bakarken aklımdan neler geçmedi ki…

Ediz Hun‘u bilirsiniz. Yeşilçam’ın ünlü oyuncularından.
Kendisi dört yıla yakın bir zamandır gazetede Yeşil Sayfa’yı hazırlıyor. Bu vesileyle pazartesi günleri gazeteye geliyor.

Geçtiğimiz günlerde hal hatır sorarken bana şöyle dedi: “Kaç yaşındayım, çalışmadığım ortam kalmadı. Hayatımda gördüğüm en huzurlu yer burası. İnsanlar birbirine karşı çok saygılı. Herkes işinde gücünde. Hepiniz de müstesna insanlarsınız…”

Ediz Hun, içimizden biri ama aynı zamanda ‘dışarıdan’ bir göz olarak işte bizi böyle değerlendirdi.
Çünkü, burada her şeyden önce saygı duymayı öğrettiler. Çünkü sevmek saygı duymakla başlar.
Mahşerî bir kalabalıkla uğurladığımız kıymetli büyüğümüz Enver Ağabey, işte bu ocakta “muhabbet”i mayaladı… Maya tuttu, büyüdü, büyüdü…
Anadolu’nun kasabasından çıkmış bir yetim Enver…
Ve onu uğurlayan on binler…
Bunun adı muhabbet!

Fatih Selek

Öğretmenimi, patronumu, abimi, babamı kaybettim

1978 yıllarında İstanbul Fatih Erkek Lisesinde tanıdım.Genç ince bıyıklı nur yüzlü biyoloji dersi öğretmenimizdi. Dersi haftada 2 gündü biz o günün gelmesini iple çekerdik. Sınıf başkanıydım sınıfın mevcutunu verip deftere imzasını aldıktan sonra derse başlardık. Ders 40 dakikaydı 20 dakikası biyoloji dersi 20 dakikası dini ilmi sohbetti. Onun sohbetine doyamazdık. Okulda 6-Fen-A sınıfımız en gürültülü patırtılı bir sınıftı. Fakat Enver Hocanın dersinde çıt çıkmazdı. Sohbet başladığı zaman mest olurduk.

O zamanlar çocuktuk bize hep cennetten bahsederdi. Biz de hocam orda güzel arabalar olacak mı. Gemiler, yatlar olacak mı diye sorardık. O da bize orda neyi hayal ediyorsanız en güzeli olacak derdi. Ben okulun fotoğraflarını çekerdim biraz da merakım vardı, okul yıllığının hazırlanmasına da yardım ederdim. Enver Hocam bir gün gazete çıkardığını ve yaz tatilinde yanında çalışmamı istedi. İşte o gün benim hayatımın dönüm noktası oldu. Babam memur olduğu için ona da destek olmak, okul harçlığımı çıkarmak için hocamın teklifini kabul ettim. Allah ondan razı olsun, düşünün lise talebesisiniz ve 4 aylık yaz tatilinde sizi sigorta yapıyorlar şimdi nerde böyle patronlar. İlk sigortamı Türkiye Gazetesi’nde oldum ve 30 yıldır hala muhabir olarak çalışıyorum. Zaten bize ölmek var derdi. Biz de karşılık olarak dönmek yok derdik.

Allah nur içinde yatırsın iki gündür kendime gelemedim sanki kanadım kolum kırıldı.

Cüneyt Bitikcioğlu

Enver Abi

Onu 1971 sonlarında tanıdım. O tarihte ben Yeni Asya Gazetesi’nde gazetecilik öğrenen gencecik bir delikanlıydım, o “Hakikat” isimli (sonra Türkiye oldu) bir gazetenin sahibiydi…

Sürekli tebessüm eden, mütevazı, dikkatli, şefkatli, mültefit yapısıyla hemen dikkatimi çekti.

Romanlarım kitaplaşmaya başladığı dönemde, bazılarını gazetesinde tefrika etmek üzere izin istediğinde, “şeref duyarım” dedim.
“Ama” dedi, “param yok, ahrete çek keserim.”
Sonra sonra çok parası oldu, çok şirketi oldu, şirketlerini çok geliştirdi, çok büyüdü, yaygınlaştı…

Bazı insanlar vardır, dünyevi tarafı geliştikçe uhrevi tarafı çöker. Enver Abi (Ören) bu konuda istisnalardan birini teşkil etti, dünyevi anlamda büyürken, uhrevi anlamda da büyüdü.

“Bir oğlum oldu” dediğinde gözlerinin içi her zamankinden daha parıltılı, daha güleçti… Ne isim verdiğini sordum, “Dua niyetine Mücahit” dedi…

Böylece bir süre sonra dünyaya gelen en küçük oğlumun adı da belirlenmiş oluyordu: Mücahit (tabii dua niyetine)…

Son yıllarını hastalıklarla geçirdi. Gitgide bozulan dünyaya paralel olarak sağlığı da bozulmuştu. Çünkü “derdi olan insan”dı…

Umursamazlar dünyasında “dertli” olmanın, hele de “öteki”nin derdini “dert” edinmenin, yüksek bir “insanlık mertebesi” olduğunu biliyorum.
Keşke aklıma ilk geldiği gün ziyaretine gitseymişim. Gidemedim ne yazık ki. “Yarın” diye geçirdim içimden, “yarın giderim.” Ne var ki, “yarın” hiç olmadı. Bir türlü gidip görüşemedim.

İkimiz de çok yoğunduk. “Hizmet” mülâhazasıyla çıktığımız yolun zaman zaman darbeciler, zaman zaman art niyetliler tarafından sık sık kesilmesiyle ortaya çıkan zorluklar, ikimizi de hummalı bir faaliyet ortamına sürüklemiş, kendimizi bile unutmuştuk.

Yoğunlukların ardından yorgunluklar, hastalıklar geldi, görüşemedik.
Dostları hep yaşayacak zannediyor, insan. Hep öyle kalacak ve istediği her zaman gidip görebilecek, konuşabilecek, sevgisini fısıldayabilecek…

Derken, bir gün âniden “öldü” diyorlar… “Bu kadar âni mi?..” diye şaşırıyorsunuz.
Her ölümün “âni ölüm” olduğunu bile bile…
Yine de dostların arasına hiçbir “mazeret” girmemeli. Ne çare ki giriyor. “Sonra” diyor ve sonsuza havale ediyorsunuz.
Hiçbir “sonra” sizin değildir ve olmayacaktır. Olmadı da maalesef. Aramıza “zaman” girdi. Ama uzaktan hep takip ettim, sağlığını daima merak ettim ve çok dua ettim.

Nihayet “öldü”ğünü duydum. Yüreğim de, gözlerim de kontrolden çıktı. Vaktiyle bana “yanlış” gibi gelen tüm davranışlarını anında unutup, dostun “dost” için hissetmesi gereken neyse, sadece onu hissettim: Derin bir acı!
Yüreğime Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”si düştü…
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer, dönmeyecekler.”

Ölümün, “ikinci bir doğum” olduğuna can-ı gönülden inananlardanım…
“Faniden ebediyete geçiş” anlamı taşıdığı için, ölümün doğumdan daha kutsal, daha etkileyici, daha uyarıcı bir mucize olduğunu düşünürüm hep…
Buna rağmen bazı ölümler beni çok etkiler, çok sarsar… Çünkü bazı gidişlerden geriye kocaman, doldurulamaz bir boşluk kalıyor…
Allah rahmet eylesin! Tüm yakınlarının ve sevenlerinin başı sağ olsun.

Yavuz Bahadıroğlu (25 Şubat 2013, Pazartesi / Yeni Akit)

Müfettişe de bir müfettiş lazım

Hafızama kazınan sözlerinden birini paylaşmak istiyorum. Ankara’da rahmetli Yalçın Özer Ağabeyin ofisindeyiz. Enver Abilerle birlikte, o zaman ki, Egebank’ın Genel Müdürü Sami bey de var. Sami bey söz istiyor… Enver beye sordum. Şirketinizde bu kadar para sirkülasyonu var, bu paralara birileri hükmediyor fakat bunların denetleyen bir kurum yok. Bunları niçin müfettişle denetlemiyorsunuz diye sordum. Enver Abi de dedi ki: “Ben arkadaşlarıma sonsuz güveniyorum. Müfettiş işine girersem müfettişe de bir müfettiş lazım” dedi. Bu hatıra benim düsturum oldu. Ön yargı olmaksızın insanlara güvenmek gerektiğini öğrendim. Hem ben hem de muhatabım rahat etti.

Mustafa Atik

Lahana Bebek

Ben 30 yaşında bir bayanım. Size bu mesajı yazma sebebim Enver ören beyin vefatı oldu… O öyle bir insandı ki beni 7 veya 8 yaşındayken cennet verilmişcesine sevindirmesi oldu, ben ilkokul 2. sınıftayken okulumuzda Türkiye Çocuk Dergisi dağıtılmıştı…

Ben dergiyi okurken derginin bir köşesinde çocuklar için bir bulmaca vardı ve o bulmacayı çözüp dergiye gönderen çocuğa o zamanlar benim asla sahip olamıycağım bir bebek veriyordu, bebeğin adı lahana bebekti. Mavi saçlı çilli bir bebekti, benim ailem çok fakir olduğu için asla almazlardı biliyordum. Ve ben bu bebeğe sahip olmak için günlerce bulmacayı çözmek için uğraşmış ama yapamamıştım ve dayanamayıp annem evde yokken telefonla dergide verilen numarayı arayıp telefona çıkan kişiye benim bulmacayı çözmek için çok uğraştığımı ama olmadığını ve bebeği ne kadar çok istediğimi anlattım.

Annem o bebeği bana asla almaz dedim. Telefona çıkan kişi bana öyle üzülmüştü ki bebeği göndereceğine söz vermişti. İnanamamıştım, ne olur amca bana doğruyu söyle gerçekten gönderir misiniz demiştim. Evet demişti. Bu ne mükkemel bir inceliktir ki benim yaşımdaki bir çocuğu dinleme lütfunda bulunmuşlardı ve nitekim günlerce kapıda bebeğin gelmesini bekledim ve bebek gönderildi… O çoçukluk sevinci mutluluğu, anlatılamaz tarif edilemez… Asla unutmayacağım bir anımı aktardım… Bu sevince ve hayalime kavuşmama o mübarek insan sayın Enver Ören vesile olmuştu…

O bunu hiç bilmedi haberi bile olmadı ama farkında bile olmadan bir çocuğu ne kadar çok sevindirmişti… Şimdi RABBİM onu sevindirsin bana yaşattığı o cennet sevincini RABBİM şimdi gerçek cenneti vererek yaşatsın ona her zaman dua edeceğim her zaman kabrini ziyaret edeceğim ve Rabbim nasip ederse onun ruhuna hatim okuyacağım İnşallah RABBİM mükafatını verecek o bilmeden yaptığı bu iyiliğin karşılığını Ahirette alacak İnşallah RABBİM RAHMET EYLESİN…

Zeynep Karakurt

Ne mutlu ona…

Hakikatten Peygamber efendimizin aleyhi selamın ahlakı ile ahlaklanmış…

Ve Babıali’de bir insan yok ki ondan razı olmasın; sağcı, solcu, işçi, patron, kimi derseniz.
Enver Ağabeyimizi üzenler bile bakıyorum onun güzel ahlakından bahs ediyorlar.
Ne mutlu ona.

Bir insan düşünün
1. Giybeti yasaklar
2. Ona hakaret eden düşman gibi görüneni af eder ve iyilik eder.
3. Mütevazi, nefis yok, işçi müdür fakir zengin herkese son derece muhabetli ve muhatablı
4. Sabırlı ve metanetli
5. Güller yüzlü kimsenin hatalarını söylemeyen setr eden.

Bu ancak peygamberin ahlakıdır. Büyle bir insanın vakfı Hayatı anlatılmasa kimin hayatı anlatılsin düşünenlerden Allah razı olsun.

Vecheddin Arvas

Enver Ağabeyimizin ardından

Rahmetli Enver Ören Ağabeyimizle 20 yıl boyunca aynı ideal ve aynı gaye için mesai yaptık. 1994 yılında TGRT Dış Haberler Müdürü ve Açık oturum programları yapımcısı ve sunucusu olarak çalışmakta iken, kurum bünyesinde Enver Ağabeyimizin arzu etmediği bazı yapılanmalardan rahatsız olmaya başladık. Maalesef o zamanki şartlar içinde İhlas’ın asıl kadrosu yanına dışarıdan bazı yeni elemanlar da alınmıştı. Bizler için sadece inandığımız dava ve Enver Ağabeyimizin misyonuna hizmet esastı.

Dışarıdan gelen arkadaşlarımızın ise belli amaçları olabiliyordu. Kimi şöhret, kimi para pul için vardı. Ama İhlas Camiasının fertleri asla şöhret, para pul sevdalısı değildi. Sadece Enver Ağabeyimizin sağlığı, hizmetlerin sağlıklı devamı ve varılmak istenen hedefe doğru çizilen istikameti terk etmemek hepimizin şiarı olmuştu.
TGRT kolay kurulmamıştı. Para isteyen bir iş idi. Hâlen de öyledir. Gazete gibi değildir. Gazetenin iadesi bile para eder.

Ama televizyonculuk para öğüten bir dev gibidir. Her üretim çuvalla paraya mal olur. Bir de teknik zaruretler, uydu kiralama bedelleri, teknik cihaz, alet edevat temini o tarihlerde milyarlarca Liraya ihtiyaç gösteriyordu. Enver Ağabeyimiz bu çok zor işe Türkiye’nin önde gelen şuurlu zenginleriyle girmek istemişti. Yapılan bir seri toplantı ve temastan netice alınamamış, âdeta havanda su dövülmüştü. Bizim zenginler, iyi bir televizyon kurulsun ve toplumun milli ve manevi değerlerine katkıda bulunsun, toplumsal refaha ve huzura yardımcı olunsun istiyordu. İş sermaye koymaya gelince, bizim zenginlerimizin hepsi kıvırmaya başlıyordu. Her şeyin kendiliğinden olmasını ve birilerinin tüm fedakârlığı üstlenip iyi bir televizyon yayını yapmaya başlamasını istiyorlardı.

İşte O yiğit Rahmetli Enver Ağabeyimizdi.
Bir sabah bendenizi çağırdı. Dedi ki: “Allah’ın Kulu, televizyon kuracağız. Rahim Er’in TGRT’sini gerçek televizyon olarak hayata geçireceğiz.”
Hemen itiraz edecek oldum; “Efendim iyi de TGRT ismi uzun değil mi? Kısa bir ad koysanız.”
Güzel nurlu yüzüne ayrı bir güzellik geldi. Kahkahayla gülmeye başladılar.

Sonra da şöyle dediler: “Tıpkı bizim Milliyetçi muhafazakâr zenginlerimiz gibi konuştun. Onlar da televizyonu sadece ve yalnızca ben kuracağım dediğimde, bu sefer bayan spiker çalışacak mı? Bağları açık mı olacak? dediler. Onlara da böyle gülmüştüm. Şimdi televizyonu kuracağım deyince sen de ismi uzun diye itiraz ediyorsu. Hayır TGRT olacak. Rahim Er’in hatırası olarak bu isim yaşayacak.”
O sıralar Rahim Er Bey, bir odalı yazıhanesinde TGRT ismini kulllanarak kasetler üretiyordu. O kasetleri promosyon olarak gazeteyle birlikte okuyucumuza veriyorduk. Enver Ağabeyimiz bu hizmetin hakkını vermek için Rahim Er’in TGRT‘sine dokunmamış ve televizyonun ismini TGRT olarak yaşatmaya başlamıştı.
Rahmetli Enver Ören Ağabeyimizle olan binlerce hatıramı burada nasıl sığdırabilirim? Onunla yurt dışına sayısız seyahatlerimiz oldu. Bir otelin iki yataklı odasında sabahlara kadar sohbetiyle müstefid olduk.
Muhterem Hocamız ve Enver Ağabeyimizin muhterem kayınpederleri Hüseyin Hilmi Işık rahmetli ile bendenizi tanıştıran da Enver Ağabeyimiz olmuştur.

İhlas Holding Başkan Vekili Zeki Celep Ağabeyin evinde bir Kurban Bayramı sabah kahvaltısından öğle yemeğine kadar Mübareklerin sohbetinde bulunmak nasip oldu. İşte o tarihten sonra yüreğimizde bu fâni dünyaya dair sevilebilecek ne varsa silinip çıktı. Mal mülk, ev bark, çoluk çocuk ne varsa hep Allahü teâlânın takdiri ölçüsünde ve Onun arzu ettiği ve murad ettiği şekilde vardı.

Hocamızın o günkü sohbetlerinde kalp kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu öğrendik. Yine o tarihten beri bu sohbetin bereketi sayesinde insanlara onun ve Enver Ağabeyimizin verdiği manevi terbiye sebebiyle iyi davranmayı ilke edinmeye çalıştık. Becerebildiğimizce onları örnek almaya gayret sarf ettik.

1993 yılının son ayı idi. TGRT içindeki rahatsızlıklarım arttı. Başarılı çalışmalarıma hasetlik edildiğini fark ettim. Akla gelmeyecek işlerle karşılaşıyordum. Şikâyet etmeyi sevmezdim. Bunları Enver Ağabeyimize aktaramazdım. Çünkü çok üzüleceklerini biliyordum. İyice düşündüm.

Kararım, kurumdaki görevimden affımı istemekti. Bunu Genel Müdür Resul İzmirli Bey’e bildirdim. O da “Ayrılıp gitmen olmaz. Nereye gideceksin? Ne yapacaksın?” diye sordu. Mahallî seçimlere çok az bir zaman kalmıştı. Gidip doğduğum topraklara hizmet edeceğim. Belediye Başkanı olacağım dedim. Kararlı olduğumu da anlattım. Sonra da şunu söyledim: “Bana haset edenler benim çalışmalarımdan rahatsızlık duyanlar rahat etsinler. Bu konuda Enver Ağabeyimizin eli rahat olsun istiyorum” dedim.

Resul Bey, Enver Ağabeyimize benim ayrılmayı arzu ettiğimi telefonla bildirdi. Telefonu bana verdiler, Enver Ağabeyimiz, hemen yanına gelmemi istedi. Gittim, hiçbir şey sormadı ve şunları söyledi:
“Sevgili Allah’ın Kulu, seninle bu müesseseye çok hizmet etmeye çalıştık. Bir yere kadar geldik. Senin emeklerin Allah katında asla zayi olmaz. Sen bizim dünya ve ahiret en kıymetli kardeşlerimizden birisi olarak hep dualarımızla anılacaksın. Halka hizmet Hakk’a hizmettir. Git memleketine Belediye Başkanı ol. Oralara ağaçlar dik. Eserler yap. İnsanlara dinini ve dünyasını mamur hâle getirebilecekleri şuuru aşılamaya çalış. Sen bu işi iyi yaparsın. Belediye Başkanı olursan maaş alma. Maaşını biz vermeye devam edeceğiz. Bu senin hakkındır. Başkan olamazsan zaten bizimsin. Gel istediğin işi yapmaya başla. Biz her zaman yanında olacağız. İhlas’ın hangi ünitesinde görev almak istersen işin hazırdır.”

Ben Belediye Başkanı oldum. Doğduğum topraklara binlerce ağaç diktim. Kasabamı, Türkiye’nin yıldız gibi parlayan modern bir kasaba hâline getirdim. Ödüller aldım. Çalıştım gayret sarf ettim. Maddi fedakârlıklarda bulundum. Ama sonunda bu işin bana bir iki numara küçük geldiğini gördüm.

İstanbul’a ne zaman gelsem Enver Ağabeyimizi ziyaret ettim. İhlas, mali sıkıntılar içinde idi!.. Enver Ağabeyimizin şahsında Türkiye’nin milliyetçi ve muhafazakâr kesimine ağır darbeler indiriliyordu. 28 Şubat hadisesinin hedefi Enver Ağabeyimizin hizmetlerini engellemekti. Türkiye’nin en aydın, en modern düşünceli toplum önderine moda olan “İrticacı!” damgası vurulmaya çalışılıyordu.
Enver Ağabeyimiz, ağır rahatsızlıklarına; iflas etmiş bulunan böbreklerinin verdiği ızdıraba, etrafına çöreklenmeye çalışan kimi ruhsuz ve onun asıl davasıyla alakası olmayanların ihanetlerine ve nice çilelere göğüs geriyordu!

Onu her gördüğümde “Allah’ın Kulu! Vallahi öleceğiz, billahi öleceğiz” derdi. Ben de kendilerine “Allah, size hayırlı ve sağlıklı ömür versin efendim” derdim. O sağlıklı bir ömür yaşamadı. Ama hiç şüphesiz imanı, ihlası ve muhteşem manevi cihazları bünyesinde bulunduran eşsiz bir şahsiyetti. Nerede görülse güler yüzü ile etrafa nur saçardı âdeta… Kimse bilmezdi ki o sadece kendisine yakınlığı olan bir grubun Enver Ağabeyi değildi. O, tüm Türkiye insanının Enver Ağabeyi idi. Onu, hayatında değişik insanlarla, fikir adamlarıyla, gazetecilerle, siyaset adamlarıyla, sanatçılarla yan yana görenler, hakkında yanlış da düşünmüş olabilirlerdi. Ama biz onu çok iyi tanıyan kardeşleri olarak Enver Ağabeyimizin ideal bir Müslüman ve Yüce Yaradanımızın; dünyaya hep vermek için yaratılmış değerli ve sevgili bir kulu olduğunu biliyoruz.

Hatıraları gün geçtikçe tazelenecek, dualarımız her vakit onlara olacaktır.
İnşaallah sevenleriyle cennet-i âlâda buluşmak nasip olur.

Hüseyin Tanrıkulu (Haberkuşağı / 4 Mart 2013 Pazartesi )

Evde iş konuşulmaz!

İlk olarak 1983 yılında Sultanahmet Camii avlusunda gördüm onu.
Mahalleden çok yakın arkadaşım Murat Başaran’la birlikte ilk Dini Yayınlar Fuarı’na gitmiştik.
Murat birden çekiştirdi kolumu;
Enver Abi geliyor, dedi…

Çok güleç bir sima. Aydınlık bir yüz. Hatırını sordu Murat’ın…
Sonra yürüyüp gitti.
*****

Aradan üç seneye yakın bir zaman geçti.
Biraz gecikmeli de olsa liseyi bitirdim. O sene üniversite sınavını kazanamadım. Çalışmak istiyorum ama ne iş yapacağıma bir türlü karar veremiyorum. Hiçbir işte dikiş tutturamıyorum.

Birkaç örnek vereyim: Bir arkadaşımla ortak bakkal dükkanı açtım, ilk gün silahlı iki kişi gelip soydular. Üçüncü gün devrettik ister istemez… Bir mobilya mağazasında şoförlük yaptım. Hemen her hafta küçük kazalar yaptım. Çünkü ehliyetim vardı ama araba kullanma konusunda tecrübem yoktu…

Daha bir sürü işlere girip çıktım ama bir türlü olmuyordu. Sanırım hayat beni bir yerlere itiyordu adeta.

Bu arada Murat Türkiye Gazetesi’nde işe başladı. Benim de çok hoşuma gidiyordu gazetecilik öteden beri. Birkaç defa:
-Ne olur, beni de aldırsana gazeteye dedim.
Haklı olarak kendisinin de yeni olduğunu bu işi nasıl yapacağını bilemediğini söyledi.
Benim de işsizlik canıma yetmişti bu sıralar.
Dedim ki, kendi göbeğimi kendim keseyim!..

Eskiden telefon kulübelerinde sarı rehberler dururdu. Girdim kulübeye… Cebimde sadece bir tek jeton var… Açtım rehberi, “Enver Ören” isimlerini aramaya başladım. Üç tane numara çıktı karşıma. İkisi Fatih, biri Cağaloğlu.
Enver Bey’in Fatih’te oturduğunu duymuştum Murat’tan. Seçenekler ikiye düştü. Numaralardan biri müstakil bir eve aitti, diğeri apartman dairesi…
Dedim ki; gazete patronu olduğuna göre müstakil bir evde oturuyordur…
Böylece elimdeki tek sermayemi (jetonumu) atıp numaraya çevirdim.

*****

Telefonu bir çocuk açtı.
-Enver Ören beyin evi mi? Diye sordum.
-Evet, diye cevap verdi karşımdaki. Kesinleştirmek için yeniden sordum:
-Türkiye gazetesinin sahibi Enver Ören‘in evi değil mi?
Yeniden “evet” cevabını alınca, kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim.
Kim arıyor diyeyim? Diye sordu.
Sorularıma sabırla, tek tek cevap veren 13-14 yaşlarındaki çocuğun da, Enver abinin oğlu Mücahid bey olduğunu öğrendim daha sonra. Dedim ki:
-Tanımazsınız beni, kendisiyle görüşmek istiyorum.

Az sonra Enver abi geldi telefona:
-Buyrun efendim, dedi.
Bir solukta anlattım durumumu. Türkiye Gazetesi’nde çalışmak istediğimi söyledim. İnanılmaz bir güzellikte karşıladı benim bu cüretimi…
-İsmail, dedi. Burası bir ev… Evde iş konuşulmaz. İş, işyerinde konuşulur. Yarın gazeteye gel, orada konuşalım.
Teşekkür edip kapattım telefonu.

*****

Uçuyordum adeta…
Bir yandan da; acaba görüşebilecek miyim, beni işe alacak mı diye endişe ediyordum.

Neyse, ertesi gün yani 7 Ocak 1986 Salı günü Cağaloğlu’na gittim.
Bir süre aradıktan sonra Çatalçeşme Sokak 17 numaradaki binayı buldum.
Önce aşağıdaki görevliye anlattım durumu. Sonradan o kişinin de Erol Sevdi abi olduğunu öğrendim.
Nihayet yukarıya, Enver Abi’nin odasının yanındaki bekleme yerine ulaştım. Oda tıklım tıklım doluydu. Girişte kapının hemen yanında bir yer gösterdiler, oturdum.
Meğer Enver Abi bir önceki gün Hindistan’dan gelmiş. Arkadaşları hoşgeldine gelmişler. Yani bir gün önce arasam Enver abiyi, evde yok diyecekler. Ben de tabii ki görüştürmezler deyip belki de bir daha hiç aramayacağım bile…

Herkes birbirini tanıyor, bir yabancı ben varım burada.
Herkes bana bakıyor, kim bu genç adam diye…
Yine sonradan tanıdığım Mehmet Okyay abi; “kim olduğumu, Enver Bey ile ne görüşeceğimi” sordu.
Ben utanıyorum “iş istedim” kendisinden demeye.
Sadece “özel görüşeceğim” deyip geçiştirmeye çalışıyorum.

*****

Neyse, bir müddet oturduk. Kapı açıldı. Herkes ayağa kalktı. Ben oturmaya devam ediyorum. Ne kimseyi tanıyorum, ne de usül erkan biliyorum.
Enver Abi odadan çıkıp sırayla odadakilerle görüşmeye başladı. Yanımdaki iki kişi ile konuştuktan sonra sıra bana geldi. Yanımdakine dönüp:
Kim bu? Dedi.
-Bilmiyorum efendim, cevabını alınca bana dönüp;
Kimsin sen? Diye sordu.
Hani dün akşam sizi telefonla arayan kişi vardı ya. O benim işte, dedim.
-Allah iyiliğine versin, deyip yavaşça göğsümden iterek sandalyeye oturttu beni.
-Cem! Çabuk gel buraya diye bağırdı.
Gazetenin Yazı İşleri Müdürü imiş. Enver Abi’ye Hindistan gezisinde eşlik eden Rahmetli Cemalettin Cem Ertürk geldi. Enver Abi, kolumdan tutup;
Al bunu gazeteci yap. Birkaç ay dene, işe yaramazsa at gitsin! Diyerek, beni Cem Ertürk’ün yanına katıp gönderdi.

*****

O akşam Yazı İşleri’ne gittim.
Güle Güle Apartmanı’nda ikinci katta bir dairenin salonu ve bir odasının katılmasıyla oluşmuş herhalde 50-60 metrekarelik bir yer.
Murat, beni Yazı İşlerinde görünce kendisini ziyarete gittiğimi zannetti.
Durumu anlattım kendisine. En az benim kadar sevindiğini hiç unutamam. Mahalle arkadaşlığımız aynı zamanda iş arkadaşlığına da dönüşmüştü böylece.

Üzerimizdeki hakkın çok büyük Enver Abi…
Ne olur helal et!

İsmail Sefa İpşir

Donmak üzere olan bir ailenin imdadına yetişti!

Yıl 1998… TGRT’de “Yetiş Bacım” programının yapımcısıydım. Ramazan ayında iftar vakti fakirlerin kapılarını çalıyorduk. İş adamlarının desteğiyle ihtiyaç sahiplerine yiyecek, içecek, kıyafet ve barınak yardımı yapılıyordu. Hiç unutmam; Kağıthane ilçesinde metruk bir gecekonduda Muşlu bir aile bulmuştuk. Ev sahibi Raife Yağan isimli bir ablaydı. Kendisi ağır bir hastalık geçirmişti. Elektriği, suyu olmayan evde, yakacak kömür de kalmamıştı. Üşüyorlardı, ekip olarak biz de üşüyorduk. Çekimlere başladık. Programın sunucusu Seda Sayan, sormaya başladı:

Suyu nereden buluyorsunuz, yiyecek ekmeğiniz, yakacak kömürünüz var mı? 

“Bir dokun bin ah dinle” misali, kadıncağız cevapları peş peşe sıraladı: “Suyu mahalledeki çeşmeden alıyoruz. Elektrik zaten kullanmıyoruz. Kömür alacak paramız yok. Çocuklarım üşüyor. Donmasınlar diye nefesimle ısıtıyorum!”

Can alıcı cümle buydu: “Donmasınlar diye çocuklarımı nefesimle ısıtıyorum!”

Enver Ağabey programı gözyaşlarıyla izlemiş, çok üzülmüş ve dehşete düşmüş. Haber gönderip, “O aileyi hemen bize getirin” dedi. Seda Sayan’la birlikte holdingteki makam odasına gittik. Enver Ağabey ağlayarak, “Bu aileyi görünce sıcak evime gidemedim. Onlar üşürken ben sıcak yatağıma gidemedim. Bu aileye, yeni yaptığım siteden 150 metrekarelik en büyük daireyi hediye ediyorum. İçini dayayıp döşeyin. Çocuklarını da İhlas Koleji’nde okutacağım” dedi. 5 çocuğunu İhlas Koleji’ne yazdırdığımız kadıncağız, dairesini teslim alırken sevinç gözyaşlarıyla Enver Ağabey’e dua ediyordu.

Hasan Hüseyin Birpınar

Yıllar öncesinden çekilen kulaklar

Enver Ören abilerin tanınması, büyüklüğünün anlaşılması için kendileriyle ilgili hatıraların paylaşılması gerektiği inancıyla ben de bir hatıra paylaşmak istiyorum:

1985-1990 yıllarında Enver abiler yemek için bir abimizin evine teşrif etmişlerdi.

Evde karışıklığa sebep olmasınlar diye ev sahibi abla çocukları o gün komşuya yollamış. Bir ara ekmek kabının misafirlerin olduğu odada kaldığını farkedip alması için komşudaki kızını eve çağırmış. Ekmek kabını almak için odaya giren küçük kız Enver abilerle karşılaşmış. Enver abiler abdest almışlar, ayaklarını
kuruluyorlarmış. Gözgöze gelmişler, gülümsemiş Enver abiler, o da gülümsemiş. Ama yanına varıp elini öpmeye de çekinmiş. Ömrü boyunca içinden silinmeyecek bir pişmanlık olarak o kızcağızın içinde kalmış
bu…
Enver abiler yemek sonrası evin kapısından ayrılırken evin beyine, hanımı için:
“Beni duyuyor mu?” diye sormuşlar.
Duyuyor denince dua etmişler:
“Allahü teala razı olsun. Cennet komşusu oluruz inşallah…” diye.
(Enver Abiler, bilhassa yemek yedikleri evden ayrılırken bu duayı çok yaparlarmış…)
Çocukları annelerine takılır hâlâ, “Ohh ne iyi, sen işi sağlama aldın” diye…

Daha sonra, Enver abiler yemekte beraber oldukları misafirlerle birlikte o evin önünde resim çektirmişler. Burada ilginç bir detay var… Çekilen resmin birinde Enver abiler iki elleriyle önünde oturan iki abinin kulaklarını tutup çekmişler. O resimler ilgili kişilere verilmiş daha sonra. “Bu keramet değil de nedir” diyor bir
ablamız. Çünkü bu kulakları çekilen abiler arasında daha sonra tatsızlıklar ve dargınlıklar yaşanmış… O resme ilk çekildiği zamanlar belki de anlam verilememiş. Ama anlaşılan o ki, seneler sonraki suçun kulağı ta o günden çekilmiş meğer…

Büyüklüğünü anlayamadığımız ve belki de anlayamayacağımız kadar büyük bir insandı Enver Ören abiler… Allahu teala gönüllerimizi muhabbetiyle doldursun ve bu muhabbete layık davranmamızı nasip etsin…

Fatma

Son bir talep

Bir gün merhum Enver Ağabeyimiz hastaneye babamın ziyaretine geldi. Babam çok memnun olduğunu hareketleriyle de gösterdi; hastalık dinlemedi, yatağında kalkıp Enver Ağabeyin boynuna sarıldı.

Sohbet etmeye başladılar. Başka ziyaretçiler de vardı o anda…

Enver Abi kalkarken babama sordu:
Ali İhsan amca, benden bir şey iste de yapayım, size bir hizmetim olsun,dedi.

Babam teşekkür etti:
-Allah senden razı olsun, bana bir şey lazım değil. Allah devlete zeval vermesin, yiyip içip yatıyoruz burada.

Enver Abi cömert ya, çok kişiye araba, ev vermiş, hatta iki amcama da ev vermiş.

Enver abi yine kibar üslubuyla:
-Ali İhsan amca, benden bir şey isteyeceksiniz, diye ısrar etti.

Babam yatağından hafif doğrularak:
-Peki, dedi. Bir arzum var, ben isterim ama siz yapamazsınız!

Ben utandım, sıkıldım, acaba babam Enver Ağabeyden ne isteyecek diye merak içindeyiz.
Enver Abi:
-Hadi buyur Ali İhsan amca, iste de yapabilir miymişim, yapamaz mıymışım görelim, dedi.

Ölüm döşeğindeki babam isteğin şöyle ifade etti:
yi. Bana on sekiz yaşlarında, şöyle güzel bir hatun lazım, beni evlendir!

Enver Ören Ağabey ve orada bulunan yaklaşık on kişi bir kahkaha kopardı, milletin gözünden yaş geldi.

-Allahü teala iyiliğini versin!

-Yaa, yapamazsın demiştim öyle değil mi?

Mekânları cennet olsun inşallah.

Vecheddin Arvas (Türkiye “Hoşsada” sayfası / 15 Mart 2013 Cuma)

Enver Ağabeyi prensiplerini yaşayarak öğrendik

1994 senesinde Türkiye’nin yaşadığı büyük ekonomik krizde, devalüasyondan dolayı 3 banka iflas etmişti. O bankalardan yurtdışına açılan akreditifler de batmıştı. Diğer bir ifade ile, akreditiflerin alacaklısı olan yabancı bankaların,alacaklarını tahsil etme imkanları kalmamıştı.

İflas eden bankalardan birinde İhlas Holding olarak açılmış yüklü meblağda bir akreditifimiz vardı ve alacaklısı da Fransız Société Générale isimli banka idi.

Normal şartlarda biz bu akreditifi ödemek zorunda değildik.
Yöneticimiz Ali Tubay bey konuyu Enver ağabeylere arzetti. Kanunen bu borcu ödemek zorunda olmadığımızı, zira iki banka arasındaki anlaşma mucibince akreditif riskinin alacaklı banka ( Société Générale) üzerinde olduğunu izah etti.

Kendileri, bu akreditifin karşılığında satın alınan ürünlerin Holding’in mülkiyetine geçip geçmediğini sordular. Evet cevabını verince ‘kanunen bu borcu ödemek zorunda olmayabiliriz. Lakin madem ki ürünleri almışız, bu borç vicdanen bize aittir. Banka ile konuşup bir program dahilinde ödeyin’ diye emrettiler.

Société Générale ile irtibata geçtik ve kendilerine bir ödeme planı sunduk. Önce inanmak istemediler, zira bizim dışımızdaki hiçbir firmadan bırakın ödeme planı, görüşme için randevu dahi alamamışlardı.
Neticede akreditif meblağı taksitler halinde, ağır kriz şartlarına rağmen ödendi.

Son taksit ödendikten bir kaç gün sonra, Banka’dan aradılar. Bölge direktörü Alain Besnard‘ın Türkiye’ye geleceğini ve Yönetim Kurulu Başkanı Enver Ören’i ziyaret ederek teşekkür etmek istediğini söylediler. Enver ağabey’e ilettik, buyursun gelsin dediler.

Alain Besnard kıymetli bir hediye ile Enver ağabeyi ziyaret etti. Çıkışta şunu söyledi: “Bu hediyeyi bir teşekkür mektubuyla birlikte gönderebilirdim. Ancak, ödemek zorunda olmadığı bir borcu, kendi imkanlarını zorlayarak ve biz henüz talep etmemişken ödeyen bir işadamını şahsen tanımak istedim. Böyle bir insanın gerçekte var olduğunu kendi gözlerimle görmek istedim. O yüzden Türkiye’ye gelmeye karar verdim. Bundan sonra, dünyanın her yerinde, Société Générale olarak İhlas’ın referansı olacağımızı bilmenizi isterim”.

Rabbim, dünyevi ve uhrevi her manada rehberimiz ve öğreticimiz olan kıymetli büyüğümüz ile bizleri dar-ı bekada da buluştursun inşallah.

Mustafa Selçuk  (Türkiye “Hoşsada” sayfası / 15 Mart 2013 Cuma)

Enver Ağabey yolda rastlarsa…

Enver Ağabey yolda rastlarsa…

1985 yılında güzel bir mayıs sabahıydı. İşe biraz geç kalmıştım.

İşyerinde olmam gereken sabahın 9.30’unda Fatih’teki evimden çıkmış, Yavuz Selim yokuşundan aşağıya, Fevzi Paşa Caddesi’ne iniyordum. Oradan 90 numaralı Draman-Eminönü otobüsüne binip işe gidecektim.

Yokuşun başında iken Enver Ağabeylerin arabasının yaklaştığını gördüm. Arabayı Erol Sevdi Ağabey kullanıyor, Enver Abim de önde yanında oturuyordu. Makam aracında oturur gibi arka koltukta değildi.

Gülerek bana el sallayıp geçtiler. İşe gecikmiş olduğumdan dolayı rahatsız olabilecekleri hiç hatırıma bile gelmedi. Zaten yüzündeki sevgi ve şefkati görünce kimsenin hatırına gelmezdi.

Ama o da ne?

Araba yaklaşık 50 metre aşağıda durdu. Arka fren lambalarının yandığını gördüm. Yüreğim küt küt atmaya başladı. Araba yokuş yukarı geri gelmeye başladı. Tam yanımda durdu.

Enver Ağabey açma kolunu çevirerek camı açtılar ve gülen yüz ile:

– Mehmedim biz havaalanına gidiyoruz, diyerek devam ettiler.

Yüzüm kıpkırmızı oldu, yüreğim pır pır etti. “Enver Abi gazeteye gidiyor ama beni arabaya almadı” diye içimden geçmesin, kalbim kırılmasın diye bu inceliği göstermişlerdi.

Islak gözlerle arkasından okuyup üfledim. Annemin her evden çıkışta bize yaptığı gibi…

Mehmet Söztutan

İnsanlara değer verirdi

Rahmetli Enver Ören Ağabey ile 1971 yılında Mehmet Ozan Semerci ile birlikte tanışmış ve sohbetlerinden istifade etmiştik. Aynı yıl Rahim Er Beyin Cağaloğlundaki bürosunda Rahim Er bey ile tanışmış ve sohbet etmiştik. 24 yıl sonra İzmir İhlas bünyesinde Dış Ticaret Müdürlüğü’ nde görevli Hasan Büyükbostancı vasıtasıyla Enver Ören Ağabey beni ismen TGRT ‘de İstanbul ‘da çalışmaya davet etmiştir. Yıl 1995 ve 24 yıllık öğretmendim, nasip kısmet olursa emekli olduktan sonra ihtiyaç olursa giderim demiştim. İnsanlara değer vermek ve çalıştırmak rahmetlinin en önemli özelliklerinden biriydi. Kendisini rahmetle anıyoruz.

Ahmet Taşkıran (Türkiye “Hoşsada” sayfası / 19 Mart 2013 Salı

Çeşitli Hatıralar – 1 –

Derhal bu iki arkadaşa pardösü alın, üşümesinler!

1983 yılının bir sonbahar ayında Gördesli arkadaşlar ile Mehmet-ağa’ya Harman’a gelmiştik. Ben ve Ahmet arkadaşım pardösü giymemiştik. Sabah erken saatlerde Mehmetağa’ya ulaşmıştık. İstanbul’un havası biraz sert idi. Bir haber aldık, “Enver Ağabey Tebeşirhane’ye teşrif edecek” dediler. İlk defa Enver Ağabey’i görecektik. Kalbimiz küt küt atıyor. Heyecan hat safhada. Arkadaşlarla birlikte Tebeşirhane’ye gittik ve beklemeye başladık. Bir müddet sonra teşrif ettiler. Enver Ağabey’i, Tebeşirhane’nin sorumlusu Mehmet Çetin Ağabey karşıladı. Hepimiz ile tek tek ilgilendiler, hâl hatır sordular. Pardösüsüz olan ben ve diğer arkadaşıma, “Sizin niçin pardösünüz yok?” diye sordular. Cevap vermedik. Mehmet Çetin Ağebey’e, “Hemen bu ik arkadaşa pardösü alın, üşümesinler” diye talimat verdiler. O pardösüleri yıllarca Enver Ağabey’imizin hediyesi olarak giydik ve sakladık.

Şaban Çakır (Türkiye “Hoşsada” sayfası / 10 Mart 2013 Pazar)

Ekonomik krizde pençeli ayakkabı giydiler

Haftanın belli günleri Holding merkezine gidiyorlar,
diğer günler görüşmelerini evde yapıyorlar.
Dışarı çıkarken giydikleri iki ayakkabıları var.
Birisi siyah, diğeri kahverengi.

Kahverengi olanı;
ayaklarına daha rahat olduğu için çoğunlukla onu tercih ediyorlar.
Çok fazla dışarıda dolaşmadıkları halde, ayakkabının altındaki kösele iyice yıpranmış, delinecek hale gelmişti.

Evde görevli arkadaşa, bu ayakkabının altına pençe yaptırmasını istediler.
Enver Abi, o sıkıntılı günlerde yeni bir ayakkabı aldırmayı fazla görmüştü.
Mahallenin kundura tamircisine götürülen ayakkabının altına pençe yapıldı ve yaklaşık bir sene de öyle kullandılar.

Daha sonra o pençeli ayakkabısını bana hediye ettiler.
Zaman zaman giyiyorum ve o güzel günleri hatırlıyorum.
Allahü teâlâ mekânını cennet etsin.

Muzaffer İşcan (Türkiye “Hoşsada” sayfası/ 24 Mart 2013 Pazar)

Otomatik ödeme!

Enver Abimizin kayınpederleri muhterem Hüseyin Hilmi Işık’ın arkadaşı Habil Amca (Kalkıcı) Kocamustafapaşa’da otururdu. Eski bir terziydi ve çocuğu olmamıştı. Kendisi gibi yaşlı olan hanımı ile yaşıyordu.

Ara sıra ziyaretine giderdim. Yine bir gün yanındaydım. Bir ara dedi ki:

– Elektrik, su faturalarını ödeyemiyorum. Telefonu borçtan dolayı kestiler. Faturaları Enver Beye göndersem ayıp olur mu?

– Neden ayıp olsun Habil Amca, biliyorsunuz sizi çok severler.

Hanım teyze içeri odaya geçti, faturaları getirmek için… O sırada kapı çaldı, ben koştum açmaya…

Bir baktım kapıda Enver Abiler!

– Nerde benim kıymetlim, nerede Habil Amcam? Diyerek neşe ile odaya girdiler.

Habil Amcanın yüzünden büyük bir şaşkınlık…

– Biz de sizden bahsediyorduk Vecheddin oğlumla, dedi.

Enver Abi onun elini tuttu:

– Habil amcam hakkını helal et, sizi ziyaret etmeye biraz ara verdim. Rahatsızlığım vardı. Ancak gelebildim.

Biraz sohbet ettiler. Kalkarlarken oturdukları koltuğun kenarına bir zarf bıraktılar.

Habil Amca:

– O ne? Dedi.

Bendeniz zarfı Habil Amcaya uzattım. Habil Amca zarfı açıp içinde para görünce beyaz yüzü kızardı.

– Hayır, olmaz diye Enver Abilere uzattı.

Enver Abi:

Sen bunu kabul etmesen ben çok üzülürüm ama, dedi. Beni üzmek mi istiyorsun?

O sırada hanım teyzenin yanında duran mukavva kutuya uzandı:

– Ne var bunda?

Açtı baktı, kırışmış faturalar. Onları tek tek düzelterek üst üste koydu, katlayıp iç cebine attı.

– Habil Amca siz hiç merak etmeyin, bundan sonrada hepsi sizden habersiz ödenecek, dedi. Otomatik otomatik! Diye güldü.

Habil Amca ellerini havaya kaldırıp öğle bağrı yanık bir dua etti ki hepimiz ağladık. O dualar ve nice dualar inşallah onun ruhuna yetişecek.

Vecheddin Arvas

Metin Güner – Çok iyiliğini gördük

Enver Ağabey Houston’da göz ameliyatı olmuştu.

Metin Güner de zaman zaman ziyarete gitmiş, hizmetlerinde bulunmuş.

Bu arada, bir gün Metin Güner ağabeyi İstanbul’dan hanımı aramış:

– Sana bin kere söyledim, kabul etmedin. Borca harca giremem dedin. Emeklilik ikramiyesiyle ben bir ev aldım. Sadece bin dolar eksik kaldı.

Hatun elli kere söyledim, kimseden bir kuruş para istemem. Ben insanlardan alacaklarımı isteyemiyorum, borç mu isteyeceğim? Beni unut.

Enver Ağabey hastaneden taburcu olmuş. Metin Güner uçağa kadar yolcu etmeye gelmiş. Orada başka arkadaşlar da var.

Uçağa geçmeden biraz önce Enver Ağabey, Metin Güner’in koluna girmiş:

– Sen şöyle benimle gel biraz, bir şey söyleyeceğim.

Arkadaşlardan uzak bir kenara gitmişler. Enver Abi şöyle demişler:

Metin Abi, doktor, hastane, ilaç… Bunlar birer sebep… Allahü teala istemese, kimse şifa veremez. Yüce Allah da şifa için sadakayı vesile kılmış. Yanımda bin dolar para var. (Gülmüş). Sadaka için senden iyisini mi bulacağım? Bunu al lütfen…

Metin Güner, kolunu tutmuş Enver Ağabeyin:

– Efendim… Onu İstanbul’da bekleyen biri var. Bizim hanım. Madem ihsan ettiniz, ona verirsiniz.

Metin Güner (Houston)

Kazazedelerin bütün zararlarını karşıladılar

1992 de Edirne Türkiye Gazetesi bölge temsilcisi olarak görevlendirilmiştim. Edirne’ye gittikten 6 ay sonra Enver Ağabeylerin ailece Edirne’ye gelecekleri haberini aldığımızda, Edirne Türkiye Gazetesinde çalışan tüm personel ile birlikte, gazete abonelerimiz de çok sevinmişlerdi.

01/05/1992 tarihinde Enver Ağbey, yanlarında Hanımefendileri, kayınbiraderi Ahmet Bey ve birkaç arkadaşla Edirne’yi teşrif ettiler.
Geldikleri günün akşamı Türkiye Gazetesi Ofisi’nde, Edirne’deki diğer arkadaşların da bulunduğu ortamda, yol yorgunluklarını hiç belli ettirmeden o güler yüzlerindeki tebessümü bir defa olsun bile eksik etmeden 3 saate yakın sohbet ettiler.

Enver Ağabeyler, birkaç gün kaldıktan sonra bizlerle vedalaşarak Edirne’den ayrıldılar.

Ayrıldıktan yarım saat sonra bizi son derece üzen ve korkutan haberi aldık.

Enver Ağabeyler kaza geçirmişlerdi.
Ben ve o zamanlar Trakya Üniversitesinde Tarih Öğretmenliği Yapan Ertuğrul Oral hocamla kaza mahalline vardık.

Kaza mahalline vardığımızda Enver Ağabey’in ileride kaldırım taşlarının üstünde üzüntülü bir şekilde oturduğunu görünce azda olsa kendimize gelmiştik. Elhamdüllillah Enver Ağabey ayakta ve kendilerinde görünürlerde herhangi bir rahatsızlıkları yoktu.

Meğerse Enver Ağabelerle birlikte gelen diğer arkadaşların araçları tam kavşaktan geçerken İstanbul Edirne istikametine doğru seyir halinde olan Bulgaristan plakalı eski model bir araçla çarpışmışlar. Bu çarpma neticesinde her iki araçta da ciddi sayılabilecek oranda bir hasar meydana gelmişti.

Enver Ağabey‘in yanına varıp durumlarını öğrendikten sonra, “Efendim bir rahatsızlığınız var mı?” diye sorduğumda bana söyledikleri karşısında, sanki kazayı ben yapmışım gibi şöyle bir kendimden geçtim. Kazanın oluşunda karşı taraf kusurlu olmasına rağmen, aynen şunu söylediler:

“Cihat Abi beni bırak, kaza yapan diğer arkadaşlarla (Bulgaristan plakalı araç yolcuları) ilgilen, onlar hastaneye götürülüp ne gerekiyorsa yapılsın, karşı tarafın zararı neyse karşılansın, kendilerine arabalarından daha yeni ve sağlam bir araç alınsın, kendilerini üzdük, bari hakları geçmesin, adamları yolcu ettikten sonra bana haber verin.” “Tamam mı Cihat Abi” diyerek, bunu üç defa tekrarladılar. “Tamam efendim” dedikten sonra, Enver Ağabeyler, oradan üzgün bir şekilde ayrıldılar.

Adamları hastaneye götürüp muayene ettirdik, rötgenler çekildi, doktor kendilerinde herhangi bir rahatsızlığın olmadığını söyledikten sonra onları o gece ve ertesi gün otelde misafir ettik.

İki gün sonra adamların istekleri doğrultusunda araçlarının değerinden 3 kat fazlası nakit para vererek onları Bulgaristan’a yolcu ettik. Ayrılırken haklarınızı helal ediniz sizleri işinizden ettik dediğimizde,

“Ne demek, lütfen bizim adımıza patronunuz Enver Bey’e çok çok selamlarımızı ve teşekkürlerimizi iletiniz” dediler. Bu kaza sayesinde böyle değerli bir insanla tanışmış olduklarını ifade ettiler. “Kendilerini hiç unutmayacağız” deyip ayrıldılar.
Bu son yaşananları Enver Ağabey’e ilettiğimizde çok sevinmiş, dua etmişlerdi.

Cenabı Hakka şükürler olsun ki, ben de Enver Ağabey’i tanıma şerefine erenlerdenim.

Mekânı Cennetin en güzel yerinden olsun. Amin.

Cihad Güngör (Türkiye “Hoşsada”sayfası / 25 Mart 2013 Pazartesi)